Sayfalar

25 Ağustos 2011 Perşembe


KAHRAMAN KÖLE, TÜKENMEZ KALEM MUHASEBECİ ..! ??

Smmm Gökhan DEDE – 29.05.2011

YMM Sayın Şükrü Adil Murtezaoğlu Mükellef Gazetesi’nde yayımlanan “Kurumlarımızca Tükenmez Kalem mi!?” başlıklı yazısında muhasebecileri “mizah ustası Bülent Arabacıoğlu’nun “en kahraman Rıdvan’ı, Cervantes’in Don Kişot’u gibi mesleğimizin kahramanı da Muhasebecilerdir,” değerlendirmesinde bulunarak, muhasebecilerin sorunlarına değinmiş!

Muhasebecilere güya övgülerde bulunan Murtezaoğlu muhasebecileri bakın nasıl değerlendiriyor: “Dayanıklı, güçlü, yılmaz, sonsuz kapasiteli, kendi kendine söylenen ama karşı çıkmayan, kendisini düşünmek isteyen ama zamanı olmayan, mecburen kendisini ve ailesini hiçe sayan ve buna benzer saymakla bitmeyecek özellikleri olan zorunlu bir süper insan…. “

Sağolun sayın yeminli mali müşavirimiz!  Sorunlarımıza eğilmenizden mutluluk duyduk!

Sayın YMM Murtezaoğlu değerlendirmesine devam ediyor ve bakın neler söylüyor: “Diğer kahramanların aksine bizimki kötü adamlarla değil işle savaşır, saldırırken diğerlerinin aksine “ kukurikii” ya da benzeri hiçbir ses çıkartmaz ve genellikle kötü adam da kendisidir. “ vay vay vay vay…

Sayın Murtezaoğlu kahramanlığımızı da teslim etmiş!, diyor ki; “Çizgi romanlardan ve filmlerden edindiğimiz bilgilere göre kahramanlar 1-4 kişi civarında olmakla birlikte kahramanımız sayılmakla bitmez.  Aslında herkesin kahramanıdır o. Ama kahraman olduğunu kendisi de, diğerleri de bilmez.”

Maliye Bakanlığı’nın muhasebecilere yüklediği angaryalar karşısındaki dayanıklılığını teslim etmeyi de ihmal etmemiş Sayın YMM Murtezaoğlu. Bakın ne diyor: “Maliye teşkilatı bu kahramanı zorlayabilmek için elindeki olanakları sonuna değin kullanır. Yapılabilecek en son imkân olarak kendi işlerinin büyük bölümünü muhasebeciye yükler. Ama heyhat! İnanılmaz dayanıklılıkla önüne gelen işi bitirmeyi sürdüren kahramanımıza verilen en son görev Kesin Mizandır. Diyerek muhasebecinin sırtına idarece yüklenen diğer bazı yükleri ve bazı çözüm önerilerini sıralarken, acıma duygusunu dışa vurmayı da ihmal etmiyor ama hiç Zülfi yâre dokunduğu yok.

Çok da haksızlık etmeyeyim. Yazısının bir yerinde “Odalar ne iş yaparlar bilmiyorum. Ama iyi bir şeyler yapmadıkları kesin.” Diyor.

Anlıyorum ki Sayın YMM Murtezaoğlu’nun bahsettiği odalar SMMM odalarıdır hiç şüphesiz.  Yoksa muhasebecinin sorunlarını, YMM odaları ya da YMM’lerin hakimiyetlerinin kesin olduğu TÜRMOB sahip çıkacak değil ya!!!

Muhasebeciye yüklenen angaryaları, “Bir korku filmi senaryosu” olarak değerlendiren YMM Murtezaoğlu yazısının devamında  “En garibi de hastayı doktorlar muayene ederler ama verdikleri raporları girmezler. SGK personeli de girmez. Bunu kim yapar? Kahramaaaaan !!!” diye yüksek sesle muhasebeciye sesleniyor!

Sayın YMM Murtezaoğlu sayılamayacak kadar çok işinin olduğunu belirterek “ kahramanımız” dediği muhasebeci için diyor ki “Bu nasıl bir kapasitedir anlamak mümkün değil. Sanki Tükenmez kalem gibi, Tükenmez İnsan. Kürek mahkûmlarının, kölelerin bile isyan ettiklerini okumuştuk, filmlerde görmüştük.

Oysa sesini duyurmak için ne büyük güçtür. Düşünsenize, Maliye Bakanlığına, oda yönetimlerinin güzel giysili şık yöneticileri yerine,(belli ki oda yöneticilerinden umudu kesmiş- benim notum-)  gerçek meslek mensupları hep birlikte çelenk koymaya kalksalar ya da bir yerlere doğru yürüseler ne görkemli ve ürkütücü olurdu kim bilir?

“Acaba Meslek odalarının başında bulunanlar bu gücün varlığını hissedemezler mi ? “Hissettiremezler mi ? Bu Mesleğin yasal dünyası kurulduğundan bu yana Oda yönetimleri pek değişmediğinden, kendileri belki de bu şikâyetleri yaşamıyorlardır.  

“Yönetimler eğer tabanları ile ayni sorunları yaşamıyorlarsa, çözemezler de. Bulundukları makamların olanaklarını kullanarak ilişkilerini, yaşam seviyelerini arttırmayı hedefleyenler temsil ettikleri kişilerden uzaklaşır. Birbirlerini uzaktan nokta gibi görürler. Değer vermezler.” Diyor..

Muhasebecilerin sorunlarına bazı çözüm yolları da öneren Sayın YMM Murtezaoğlu her nedense YMM’lerin muhasebecilere karşı yarattıkları haksız rekabete, haksızlıklara ve angaryalara değinmemektedir.

Ayrıca YMM’lerin yönettikleri, denetledikleri, disipline ettikleri TÜRMOB yönetimi hakkında nedense hiçbir şey söylememektedir.

Hakkımızda hayırlısı….



İKİ DÖNEM ÜSTÜSTE UYGULAMASI FIRSAT EŞİTLİĞİ Mİ?

Smmm Gökhan DEDE – 23.06.2011

Bazı meslek kuruluşlarında ya da sivil toplum örgütlerinde genellikle başkanlar en uzun süre hizmet veren, ya da diğer bir ifadeyle “aynı koltukta sürgit oturmayı başaran kişiler” olmaktadırlar. Onları buralardan söküp atmak öyle her babayiğidin harcı olmadığı gibi, kolay da değildir. Günümüz meslek örgütlerinde bunun örnekleri çokça vardır!

Herhangi bir meslek kuruluşunda bir başkanın uzun yıllar başkanlık koltuğunda oturabilmesi; o kişinin birçok yönüyle becerikli ve başarılı bir örgüt yöneticisi olmasından kaynaklı olabilir, kendisinin bu görevi devredebileceği, yerini doldurabilecek başka bir kişinin yetişmemiş olduğuna inanıyor olabilir, ya da bu süreçte ilgili kuruluşta sağladığı hakimiyet ve etkinlikle yerine geçebilecek kişileri etrafından uzaklaştırmayı başarmış da olabilir….

Bu kişilerin kendileri ya da en yandaşları; O’nun yerini doldurabilecek birisinin henüz yetişmediğini ileri sürebilmekte, uzun süre aynı görevi devam ettirenlerin bu görevlerine sürgit devam etmeleri halinde, meslek kuruluşuna sürekli yarar sağlayacağını söylemektedirler.

Sebepleri her ne olursa olsun; bir meslek kuruluşunun başında uzun yıllar kalanları meslek kamuoyu, onları oraya “çöreklenmiş” olarak görmekte, hoş karşılamamakta, ancak bir noktadan sonra bunlardan bazılarına güçleri yetmemektedir! Ancak, demokrasilerde bunun yerinin ve yararının olmadığı genel kabul görmektedir. Bizim SMMM Odalarında ve TÜRMOB’da da kuruluşundan(1990) beri oda başkanlığı görevi yapan meslektaşlarımız bulunmakta ve bir türlü o makamı başkalarına bırakmak istememektedirler. Eğer kendileri bu görevi bırakırlarsa, meslek sanki onarılmaz yaralar alır!

Ancak, 2008 yılına gelindiğinde, 3568 sayılı Kanun’da, 5786 sayılı Kanun’la birçok değişiklik yapıldı. Kanun’un 22. maddesinin birinci fıkrasının son cümlesiyle dendi ki: Odalarda üst üste iki seçim döneminde iki defa Yönetim Kurulu başkanlığına seçilmiş olanlar, aradan iki seçim dönemi geçmedikçe Yönetim Kurulu üyeliğine seçilemezler.”

Yine aynı Kanun’un 35. maddesinin 5786 sayılı Kanunla değiştirilen birinci fıkrasının son cümlesiyle de dendi ki;Üst üste iki seçim döneminde iki defa Birlik Yönetim Kurulu başkanlığına seçilmiş olanlar, aradan iki seçim dönemi geçmedikçe Yönetim Kurulu üyeliğine seçilemezler.”

Bu maddelerin iptali için Ana Muhalefet Partisi CHP konuyu T.C. Anayasa Mahkemesine götürdü. Yaklaşık iki yıl sonra Yüce Mahkeme bu değişikliğin Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, karar verdi.

İptal isteminde bulunulan ama reddedilen 3568 sayılı Yasa’nın 22. ve 35. Maddelerindeki iki dönem üst üste görev yapan başkanlara, aradan iki dönem yani 6 yıl geçmedikçe yönetim kuruluna seçilme engeli getirilmesi ve diğer yönetim kurulu üyelerine böyle bir sınırlamanın getirilmemesi bazı kesimlerce eşitsiz bulunarak ve eleştirilebilir.

İlk bakışta, başkan da yönetim kurulunun bir üyesi olduğuna ve seçimden sonra oluşan ilk yönetim kurulu toplantısında belirlendiğine göre, burada bir eşitsizliğin olduğu düşünülebilir.

Ancak kabul etmek gerekir ki bu tür seçimlerde her listenin başkan adayı (lider) önceden bellidir. Olağanüstü bir durum olmadıkça buna kimsenin itirazı da olmaz. Kanun koyucunun iki dönemle sınırlama getirmesini; bir başkanın iki dönemde yani 6 yılda programını hayata geçirebilecek performansı gösterebileceği, başkanlığın sürgit devam etmesinin, meslek haline dönüşmesinin engellenmesini ve kendini ispat ve ifade etmek isteyen diğer üyelere de fırsat tanınmasını sağlamak biçiminde algılamak gerektiğini düşündüğünü, düşünüyorum.

Yasa’da, diğer yönetim kurulu üyelerine böyle bir sınırlama getirilmemiştir. Bunu geniş açıdan değerlendirmek gerekir. Kanımca burada eşitsiz bir uygulamadan ziyade, yönetimde deneyim kazanan ve meslek kitlesi tarafından da takdir edilen, tekrar seçilme başarısı da gösteren diğer yönetim kurulu üyelerinin bu deneyimlerini başkanlıkta da değerlendirme fırsatı verme açısından meslek adına yararlı olacağını düşünebiliriz.

Yasa’nın başkanlara iki dönem sınırlaması getiren bu maddesinde eksik kalan ve ne olacağı henüz belli olmayan bir nokta daha vardır.

Şöyle ki; başkanın başkanlık yaptığı dönemin herhangi bir sürecinde herhangi bir nedenle başkanlık koltuğunun boşalması ve bir başka yönetim kurulu üyesinin başkan seçilmesi halinde yeni seçilen başkan için sürenin nasıl işleyeceği belli değildir.

Neticede bu kararın, mesleği unutup, oda başkanlığını kendisine yaşam biçimi ve odayı da geçim alanı olarak seçen, hatta oda başkanlığını bir tür “ meslek” edinen(sansan) kişileri üzdüğünü söyleyebiliriz! Bunlardan bazıları, odaların kuruluş yılı olan 1990’dan bu yana başkanlık yapmaktadırlar. Bu süre 2010 da seçilenler için neredeyse 25 yıllık emeklilik süresine denk gelmektedir.



Görevde süre sınırlaması getirilmesinin bazı sakıncaları da düşünülebilir. Tüm olanakları kullanarak ikinci dönemde de seçilen kişi; “bu artık benim son dönemim, bir daha seçilme gibi bir hakkım ve şansım yok,” diyerek hiç de uygun görmeyeceğimiz pasif çalışma konumuna girebilir. Elbette ki bu tutum kişiden kişiye değişebilen psikolojik durumdur. Oda yöneticiliği meslek olarak görülmemeli derken, bunun böyle olmaması için yönetici olmayı cezbeden bazı kısıtlamalar da getirilebilir. 



Büyük bir odada görev yapmak kurumun kendisini tanımak, kurumsal ilişkileri kurmak anlamında ilk yıl geçiş dönemi sayılabilir. İkinci yıl ilişkilerin geliştirilmeye çalışıldığı dönem olabilir. Çalışmaların semeresinin 3., 4. yıllardan sonra alınabileceği düşünülebilir. Ancak şunu unutmamak gerekir ki; göreve talip olanlar birikimleriyle, projeleriyle gelmelidirler.

Buna karşın, “seçmen (üye) başarısız gördüğü veya istemediği yöneticiyi kendi oyu ile (demokratik yöntemiyle) uzaklaştırır” düşüncesi olsa da, bu her zaman mümkün olamamaktadır.  O nedenle denebilir ki Yüce Yargı; odalarda ve TÜRMOB’da üst üste iki seçim döneminde iki defa TÜRMOB Yönetim Kurulu başkanlığına ya da oda başkanlığına seçilmiş olanlar, aradan iki seçim dönemi geçmedikçe Yönetim Kurulu üyeliğine seçilemezler.” Kararıyla “fırsat eşitliği” sağlanmaya çalışılmıştır.

VERGİ AFLARI NE İÇİN?


VERGİ AFLARI NE İÇİN?



Her ne kadar adına “yapılandırma” dense de, yeni bir “vergi affı” daha gündeme oturdu.

2011 bütçe açığını da dikkate alan Hükümet, mali suçlularla barışacak. Bütçe  yırtığına yama olması ve yaklaşan 2011 seçimlerinden dolayı böylesi bir barışa gereksinimi var!

Öte yandan şunu söylemek de mümkün: Hükümetler suç işleyenlerle baş edemedikleri, devlet acz içinde kaldığı için bu yola başvurmaktadırlar.

            Af, ya da hükümet yetkililerinin deyimiyle “yapılandırma,” 31 Temmuz 2010'dan önce tahakkuk eden emlak vergilerini, motorlu taşıtlar vergilerini, SGK primi açısından Haziran 2010 ve önceki aylara ait işveren ve sigorta primlerini, işsizlik sigortası primlerini, SGK destekleme primlerini, vergileri, vergi cezalarını, gümrük vergilerini, haçları, belediyelerin su ve atık su alacaklarını, TRT'ye olan borçları, TEDAŞ'ın elektrik alacaklarını, Yurt-Kur'un öğrenim kredisi alacaklarını, KOSGEB'in alacaklarını, organize sanayi bölgelerinin elektrik, su, doğalgaz alacaklarını kapsamaktadır.

Hükümet yetkililerince, bu genişlikte bir af tasarısının Cumhuriyet tarihinde ilk kez hazırlandığına dikkat çekilerek, Hükümet’in “beyaz sayfa operasyonunun” ilk adımını “af hükümleri”nin oluşturduğu vurgulanmaktadır. Beyaz sayfa operasyonuyla, 50 milyar lira toplamasının hedeflendiği belirtiliyor.

Ne diyelim IMF’e borçlanmaktan daha iyidir!

Hükümet’in yapacağı “büyük mali af” kapsamındaki borçlara ilişkin anaparadan vazgeçilmeyeceği, bu rakama yıllık enflasyon oranında artışlar uygulanacağı belirtilmektedir.

Kesinleşmiş alacaklarda SGK tarafından uygulanan idari para cezalarının yüzde 50'si, alacak aslına bağlı olmayan cezaların yüzde 50'si, gecikme cezası yerine güncellenen enflasyon oranına göre düzenleme yapılıyor. İhtilaflı alacaklarda alacağın yüzde 50'si ya da yüzde 20'si gecikme zammı yerine güncelleme oranı (enflasyon oranı) esas alınarak hesaplanan tutar ödenecek. Vergide “gecikme zammı” gibi alacaklardan vazgeçiliyor.

Emlak vergisine ilişkin beyannamelerini veremeyenlere yeni bir beyanname verme imkânı sağlanıyor. Ödenmesi gereken tutar, güncelleme oranına göre hesaplanan miktar olarak tahsil edilecek.

Stoklar, demirbaşlar ve nakit değerler konusunda da düzenleme yapılıyor. Buna göre, defterlerde görülenlerle gerçek durum farklıysa, kayıtları gerçek durumla eşitleme imkânı getiriliyor. Bununla, işletme kayıtlarının gerçek duruma uygun hale getirilmesi amaçlanıyor.

Varlık Barışı'nda daha önce bildirim ve beyanda bulunup da bir biçimde bundan yararlanamayanlara da yeni haklar tanınıyor.

Vergi, SSK vb. borçlara ilişkin afların gerekli olduğu düşünülebilir. Bunlar, ekonomik sıkıntıları gidermek için gerekli olabilir. Devlet bu türden alacaklarını bir türlü tahsil edemiyor olabilir. Ancak, 30 yıldan bu yana çıkarılan birçok vergi affı ya da benzeri uygulamaların bir miktar para toplamaktan öte amacına ulaştığını düşünememekteyim. Çünkü birçok (kötü niyetli) vergi, SSK ödevlileri, ödemeleri gereken vergi ve diğer borçlarını zamanında ödemeyerek bunları “ucuz kredi” ya da başka amaçlarla kullanmakta, hatta kimileri bir süre sonra ortadan kaybolmaktadırlar.

Oysa, Mali İdare denetim elemanlarıyla yeterli incelemeyi yapsa, popülist davranmasalar, toplanamayan vergiler toplanabileceği gibi, kayıt dışılık da azalabilir. Vergi inceleme ve denetim elamanı kadrolarının üçte ikisi boş olan bir ülkede elbette ki vergi inceleme oranı da %1'lerin üzerine çıkamamakta ve bu türden yöntemlere başvurulmaktadır.

Son yıllarda vergi incelemesi yapmadan, pazarlıkla, hatta tehditle vergi toplamayı alışkanlık haline getiren bir vergi idaresi anlayışı yerleşmiştir. Bu son derece yanlış ve kabul edilemez bir durumdur. Yani "şu kadar daha vergi verirsen, ya da vergi matrahını şu kadar artırırsan seni incelemeye almayacağız," anlayışı, sosyal adaletin işlevine olduğu kadar, vergi almanın temel ilkelerine de aykırıdır. Ne yazık ki bunlar tasarı kapsamında değildir.

Vergi afları ya da matrah artırımları, düzgün vergi mükelleflerini üzmektedir. Hiç şüphesizdir ki; onlar kendilerini "enayi" yerine konmuş olarak hissetmektedirler.

Kamuoyu, bu türden düzenlemelerin genellikle Hükümet’e yakın birilerini kurtarmak amaçlı olduğuna inanmaktadır.

Bu tasarıyla af kapsamına naylon faturacıların da dahil edildiği düşünülmektedir. Matrah artırımı yaptırılarak, naylon fatura kullananlar kurtarılmış olabilir. “Acaba bu defa Hükümet hangi naylon faturacıları kurtarma gayreti içerisine girmiştir,” biçiminde sorular sorulabilmektedir?

Kısacası bu tür düzenlemeler, işini düzgün yapan, kurallara uyan, sorumluluklarını zamanında ve eksiksiz yerine getiren dürüst mükelleflere hakarettir.

Elbette ki ödeme arzusu içerisinde olduğu halde herhangi bir sebeple ödemeyi gerçekleştiremeyenler de vardır. Ekonomik kriz nedeniyle bazı işletmelerin kamuya yönelik yükümlülüklerini yerine getiremediği de bir gerçektir. Ancak, yukarıda belirtildiği üzere bunlardan bazılarının bu ödemelerini yapmayarak, “vergileri ucuz kredi” olarak kullandıkları da bilinen bir gerçektir. Bunu önlemek için önceden etkin tedbirler almak, yüksek cezalar uygulamak ve bunda da kararlı ve samimi olmak gerekir.

Oysa devlet şunları da yapabilir: Gerçek anlamda zor durumda olan, ekonomik krizlerden (elinde olmayan nedenlerle) olumsuz etkilenerek vergisini ödeyememiş olan mükellefler saptanarak onlara kolaylık ya da "af" getirilebilir. Ayrıca, vergisini düzenli olarak ödemiş olanlara ya da vadesinden önce ödeyenlere belli oranlarda vergi indirimleri yapılarak ödüllendirmede bulunulabilir.

Bunları ancak ve ancak gerçek bir sosyal devlet yapabilir.

Mükellefler işletme kârlarından ödemeleri gereken vergileri zor durumları nedeniyle ödeyememiş olabilirler. Ancak, bazı vergiler vardır ki, mükelleflerin bunları sorumlu sıfatıyla ödemeleri gerekmektedir.

Örneğin, nihai tüketici aldığı mal için ödediği katma değer vergisini devlete ödemesi için esnafa, tüccara teslim eder.

Ücretli işçinin maaşından vergisini kesen iş sahibi, işçinin maaşından kestiği bu vergiyi sorumlu sıfatıyla devlete ödemesi gerekir. Bunları çoğaltmak mümkündür.

Diyebiliriz ki; iş sahiplerinin tüm bunları ödememesi, kötü niyetlilikten başka bir şey değildir. Çünkü bunlar üzerinde esnafın, tüccarın (mükellefin) hiçbir hakkı yoktur.

Bu ve benzer afların ve matrah artırımlarının diğer bir yansıması da meslek mensuplarımızadır. Onların yaptığı uzmanlık işinin önemi bir biçimde ortadan kaldırılmış olmaktadır. Çünkü bu türden uygulamalarla vergi kaçakçısı ve kayıt dışı çalışanlara, "bu tutumlarınıza devam edebilirsiniz" biçiminde cesaret verilmekte, onlar da “nasıl olsa af çıkarılır” düşüncesiyle hareket edebilmektedirler. Çok açık bir ifadeyle söylemek gerekirse denebilir ki bu, ekonominin kaydını tutan muhasebeci ve mali müşavirlere yapılan haksızlıktır, kötülüktür!

İşin diğer bir yönü de, vergi affının (ya da yapılandırmasının) genel seçim öncesine denk getirilmesidir. Anlaşıldığı kadarıyla bu tasarı, 2011 Şubat ya da Mart ayında yasalaşarak yürürlüğe girecektir.

Bu bağlamda tabi ki şunlar da akla gelmektedir:

Bu aflar; seçim yatırımı için mi, gerçekten ekonomiyi canlandırmak için mi, kimi vergi kaçakçısı ya da naylon fatura kullanmış olanları kurtarmak için mi, yoksa gelecek paraları seçimler öncesinde bol bol harcayabilmek için mi, gerçekleştirilecektir?

Vergi afları eğer bunların hiçbirisi için yapılmıyorsa, ekonomik gidişat iyi değildir. Örneğin bu Hükümet’in 8,5 yıllık iktidarı döneminde 4 kere vergi affı vb. uygulamaya başvuruldu. Bu durum ekonomik durumun iyi olmadığı anlamına gelir. Zira esnaf, tüccar, serbest meslek erbabı ve diğerleri yükümlüler ekonomik durumları kötüye gittiği için vergilerini ödeyememişlerdir.

Geçmiş yıllarda bu türden aflar çıkarıldığında, yetkililer her defasında kamuoyuna; “bir daha bu tür afların çıkarılmayacağı” beyanında bulundular.

Ama öyle gözüküyor ki bu defasında da af, vergilerini zamanında ve düzenli ödeyen mükelleflere yine; “keşke ödemeseydim,” dedirtecektir! 



Smmm Gökhan DEDE – 22 Kasım 2010 Ankara


12 EYLÜL MAĞDURLARI (BİR KISMI) 6111 İLE GENE MAĞDUR!


12 EYLÜL MAĞDURLARI (BİR KISMI) 6111 İLE GENE MAĞDUR!

Smmm Gökhan DEDE

Geniş kesimleri ilgilendirdiği nedeniyle, sanırım, 6111 sayılı Kanun’u hemen hemen bilmeyen yoktur.

Bu Kanun kapsamında 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nin mağdurlarıyla ilgili bir madde daha vardır ki uygulanmasında bir gariplik ve haksızlık söz konusudur. Bu madde GEÇİCİ 36. maddedir.

Bilindiği üzere 12 Eylül 1980 Askeri Darbesiyle birlikte ve hatta öncesinde, daha önceki darbelerde yüzlerce insanımız gözaltına alınarak, tutuklanarak, hapislerde yatırılarak mağdur edildiler. Suçsuzlukları aylar hatta yıllar boyunca hapis yatırıldıktan sonra ortaya çıktı. Ancak olan olmuş bunlardan kimileri işinden gücünden edilmiş, ekonomik ve sosyal gelecekleri altüst edilmiş,  kimileriyse yıllarca yoktan yere hapis yatırılarak iş edinme şansları en azından bu süreler için ellerinden alınmış ve dolayısıyla sosyal güvenliğe kavuşmaları devlet eliyle engellenerek mağdur edilmişlerdir. Bu mağduriyetlerini giderici bir kanun da bulunmadığından darbe mağdurlarının mağduriyetleri devam ettirilmiştir.

 30 yıl aradan sonra, yani 2011 yılına gelindiğine kamuoyunda TORBA YASA diye adlandırılan Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması Hakkında 6111 sayılı Kanun’la 12 Eylül mağdurlarının bir kısmına belli koşullarda borçlanma yoluyla sosyal güvenlik haklarından yararlanma imkânı getirildi.

Bu Kanun’un geçici 36. maddesine göre; “13.5.1971 tarihli ve 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu uyarınca kurulan sıkıyönetim mahkemelerinin görev alanına giren suçlar nedeniyle yakalanan veya tutuklananlardan, Türk Silahlı Kuvvetlerinin yönetime el koyduğu 12 Eylül 1980 tarihinden itibaren haklarında kovuşturmaya yer olmadığına veya beraatlarına karar verilenlerin, gözaltında veya tutuklulukta geçen süreleri için kendilerinin ya da hak sahiplerinin bu durumlarını belgeleyerek bu maddenin yayımı tarihinden itibaren altı ay içerisinde talepte bulunması kaydıyla, gözaltında veya tutuklulukta geçen süreleri, talep tarihinde 82 nci maddeye göre belirlenen prime esas günlük kazanç alt sınırının % 32’si üzerinden hesaplanacak primlerinin; bu durumlarından dolayı dava açıp tazminat alanların borcun tebliğ tarihinden itibaren altı ay içerisinde kendilerince veya hak sahiplerince, tazminat almamış olanların ise Hazinece ödenmesi suretiyle borçlandırılır. Bu şekilde borçlanılan süreler Kanunun 4 üncü maddesinin birinci fıkrasının (a) bendi kapsamında prim ödeme gün sayısı olarak değerlendirilir. Ancak, sigortalılık başlangıç tarihinden önceki borçlanılan süreler sigortalılık başlangıç tarihini geriye götürmez.

“5434 sayılı Kanuna tabi çalışmakta iken 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu uyarınca kurulan sıkıyönetim mahkemelerinin görev alanına giren suçlar nedeniyle yakalanan veya tutuklananlardan, Türk Silahlı Kuvvetlerinin yönetime el koyduğu 12 Eylül 1980 tarihinden itibaren haklarında kovuşturmaya yer olmadığına veya beraatlarına karar verilenlerin, herhangi bir nedenle hizmet sayılmayan gözaltında veya tutuklulukta geçen süreleri, kendileri veya hak sahiplerinin bu durumlarını belgeleyerek bu maddenin yayımı tarihinden itibaren altı ay içerisinde talepte bulunması kaydıyla, gözaltına alındığı veya tutuklandığı tarihteki emeklilik keseneğine esas aylık derece ve kademesinin talep tarihindeki katsayılar ve emeklilik keseneğine esas aylığın hesabına ait diğer unsurlar ile kesenek ve karşılık oranları esas alınmak suretiyle hesaplanacak borçlanma tutarının altı ay içerisinde kendilerince veya hak sahiplerince ödenmesi halinde hizmet sürelerine eklenir. Borçlanılan süreler 5434 sayılı Kanunun geçici 205 inci maddesine göre yaş tespitinde dikkate alınmaz.

“Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihe kadar, kendi sigortalılıklarından dolayı sosyal güvenlik kanunlarına göre gelir veya aylık bağlanmış olanlar ile birinci ve ikinci fıkra kapsamında sayılan söz konusu süreleri herhangi bir şekilde sigortalılık hizmeti olarak değerlendirilmiş olanlar bu madde uyarınca borçlanamazlar. Sosyal güvenlik kanunlarına göre gelir veya aylık bağlanmayan ya da toptan ödeme yapılmak suretiyle hizmetleri tasfiye edilenlerden borçlanacakları bu süreler ile birlikte emekli veya yaşlılık aylığına veya gelire hak kazanacak olanlara, geçmişe yönelik aylık ve farkı ödenmez. Bu maddenin birinci ve ikinci fıkrası kapsamında borçlandırılan süreler emekli ikramiyesi hesabında dikkate alınmaz.”

Maddenin özellikle birinci fıkrasının son cümlesine göre tutukluluk halinden önce sigortalı olmayanların sigortalılıkları daha sonra sigortalı olmaları durumunda sigortalılık başlangıç süreleri geriye götürülmez!

 Şimdi tam da burada sormak gerekiyor:


Sayın yetkililer, sayın kanun yapıcıları, vatandaş sigortalılık yaşına ya da memur olabilecek yaşına gelmişken suçlu olup olmadığı henüz belli değilken siz onu tutup yoktan yere, suçsuz günahsız aldınız içeri, hapse attınız, işkencelerden geçirdiniz, yargılama sürecini de bir türlü erken bitiremediniz. Bu durumda vatandaş, çektiği bunca sıkıntılar yetmiyormuş gibi birde yine sizin(devletin) yüzünüzden sosyal güvenceden de yoksun kaldı. Şimdi bir kanun çıkarmışsınız diyorsunuz ki; ey vatandaşım seni tutukladığım tarihten önce bir sosyal güvenlik kurumuna kayıtlı isen aradaki süreyi borçlandırırım emekliliğine sayarım ama eğer seni tutukladığım tarihte değil de salıverdiğim tarihten sonra bir sosyal güvenlik kurumuna tabi olarak çalışmaya başlamışsan, başvuru yapman durumunda ben seni borçlandırırım, primlerini devlete ödersin, ama senin sigortalılık süreni seni tutukladığım tarihe kadar geri götürmem! Kusura bakma. Niye? kanun müsait değil!

Bunu Genelgeden bir örnekle açıklayalım: “20.05.1988 tarihinde 506 sayılı Kanun kapsamında çalışmaya başlayan ve toplam 4000 prim ödeme gün sayısı bulunan sigortalı 1402 sayılı Kanun kapsamında tutuklulukta geçen 22.09.1980–25.11.1982 tarihleri arasındaki süresini borçlanma talebinde bulunmuş, yapılan incelemede tazminat almadığı anlaşılmış olup, 22.09.1980-25.11.1982 tarihleri arasındaki 783 gün, toplam gün sayısına ilave edilecek, sigortalılık süresi ilk işe giriş tarihinden geriye götürülmeyecektir.”

Yine deniyor ki; kendi sigortalıklarından dolayı 25.2.2011 tarihine kadar sosyal güvenlik kanunlarına göre gelir veya aylık bağlananlara, tutuklulukta geçen sürelerle ilgili bir hak tanınmayacaktır. Ayrıca, 12.9.1980 tarihinden önce haklarında beraat veya kovuşturmaya yer olmadığına karar verilenlerin tutuklulukta geçen bu süreleri de borçlandırılmayacak ve herhangi bir hak talepleri olmayacaktır!

Sizce de burada bir haksızlık yok mu?

 SMMM Gökhan DEDE

SUÇLULAR, PARA VE OY KARŞILIĞI AFFEDİLDİ, ..YOR, …ECEK!


SUÇLULAR, PARA VE OY KARŞILIĞI AFFEDİLDİ, ..YOR, …ECEK!

Konunun başlığını şimdiki zamanlı, geniş zamanlı ve gelecek zamanlı kullandım.

Neden derseniz, bu ülkenin yönetenleri bunu hep yaptılar, yapıyorlar. Ve bundan sonra da yapacaklarına olan inancım tamdır. Bazen düşünüyorum: Acaba bu suça herkes mi ortak, ya da bunların hepsi mi suçluluk kompleksinde, yoksa gelecekte bunlardan bir beklentileri mi var? Değilse amaç parayla hırsızları affetmek mi!?

Bütün bunlar hakkında herkes farklı düşüne bilir ama, tepki göstermesi gerekenlerden de ses çıkmaması, çıkmayacak gibi görünmesi yadırganmakta …...

Tüm ülke kamuoyunun bildiği üzere, ünlü naylon faturacılara ve naylon fatura tüccarlarına defalarca para karşılığı “tutuklamama ve af” garantisi verildi!

Bu arsız-hırsızların ne kadarının bu garantiden yararlandıklarını çok kesin olarak bilmiyoruz. Ancak ortada bildiğimiz bir gerçek var: Bu ünlü naylon faturacılardan kimileri bu memleketi ve ekonomisini yönettiler, yönetmeye devam edenleri de vardır. Ancak, olayın en hazin yanı bu türden olaylara karışan bazı kendini uyanık, hatta gözü açık sanan birkaç fırsatçı garibanın, ekonomik olarak her şeylerini kaybettikleri yetmezmiş gibi, hapishanelerde çürümeye devam ediyorlar. Eşleri, çoluk çocukları per perişan,… Madem bir iyilik(!) yapıyorsunuz bari hapishanelerdeki bu garibanları da kapsama alın!

Bunları kapsama almıyorsanız bu, “yiyen için kurtulur, kap yıkayan tutulur”, atasözüne haklılık kazandırıyor.

Anlaşılan, yakayı ele vermemeyi becerenler ya da korunanlar seyr-ü sefalarına dün olduğu gibi bundan sonra da devam edecekler!

İlginçtir, tüm o naylon fatura tüccarlarını, kara para aklayıcıları hakkında kitap yazan yazarlar tek tek gözaltına alındılar, bunula da kalınmadı tutuklanarak deliğe tıkıldılar! Hırsızlarla ortaklık bağlamında değerlendirilince sizce de ilginç değil mi?

Ya bakkaldan ekmek, pastaneden baklava, marketten sigara çalan çocuklar….

İstanbul’dan değerli meslektaşım Smmm Kenan Uğur yazmış, hatta yazmakla da kalmamış adeta meslek örgütlerimize doğru yüzünü dönerek: Stok beyan eden ve matrah artışı yapanlar incelemeden kurtulacak. Torba yasa, hazineden çalanları affettiğine göre hapishanedeki hırsızlarında haklı olarak bu temelde af beklentisine girebileceklerini düşünüyorum. Yetmiş beş milyon insanın hakkını çalmak daha hafif  bir suç  değildir. Üstelik bu Yasa emeğiyle geçinenlerin elindeki kıytırık haklarını bile götürüyor. Bizim meslek örgütü de(TÜRMOB ve odaları kastediyor) herhangi bir karşı koyuş göstermiyor. Nerede meslek ahlakı,?  ...Nerede kayıt dışına naylon faturaya karşı tavır.”  Diye bağırmış!

Herkesin bir suçlusu var ve onu korumakta, düşüncesine katılmıyorum ama, bizim TÜRMOB ve odalarımız da kendi suçlularını affettirmek için diğerlerinin suçlularına ses çıkarmadılar. Çabucak davranıp, Torba Yasa’nın içine bir teklif de bizim yöneticilerimiz attılar. Kabul gördü. Bizimkinde tam af! Oysa, gerçek anlamda zor durumda olan meslektaşlarımız saptanarak borçlarının (affı değil) silinmesi bizim genel kurullarımızda sağlansaydı, mesleki dayanışmanın onurlu bir ifadesi olurdu.

Smmm Gökhan DEDE-10.03.2011