Sayfalar

26 Aralık 2011 Pazartesi

  MMMBD 14. OLAĞAN GENEL KURULU İÇİN 
13.09.2011

Genel kurullar, faaliyetlerin irdelendiği, eleştirildiği, onaylandığı, ancak, geleceğe dönük hedeflerin de gösterildiği çalışma platformlarıdır. MMMB Derneği için de öyle.
Bu yıl da (2011) yönetenlerden, bu örgütü nasıl yönettiklerine ilişkin hesap almak, öneriler sunmak ve meslek örgütlerimizi yöneterek, mesleği yüceltme iddiasında olan kadroları seçmek için sandık başına gidilecektir.
Unutmayalım ki, dernekler gönüllü örgütlü kuruluşlardır, buralarda çalışmak fedakârlık ister.  İşte bu gönüllülük sayesinde oluşan gönül birlikteliğine dayalı ilkeli birliktelik her olumsuzluğa karşın, bu dernekler, sadece onların sayesinde hâlâ ayakta durmakta ama gelinen noktada derneklerin işlevselliği tartışılır hale gelmiştir.
Biz bu dernek örgütlenmesinde; birbirlerine karşı kıyaysa hasız rekabet eden, düşmanca davranan insanlar değil; ülkesine, insanına, mesleğine ve meslektaşına “dost meslek mensupları” yetiştirildiği için bugün de burada ve en azından şimdilik bir aradayız.
Bu nedenle, bugüne kadar bu dernek örgütlenmesine omuz vermiş olan üyesinden genel başkanlarına kadar her kademedeki meslektaşlarımızı, mesleki mücadeleye katkı yapmış tüm bilim insanlarını ve siz değerli Genel Kurul üyelerini saygıyla selamlıyorum.
Başarı ve hizmet kalitesi göreceli olmakla birlikte, inanıyorum ki meslek ve meslek örgütlerimizin bugünkü seviyeye ulaşmasında emeği geçenlerin adları saymakla bitmez. O nedenle sözlerime, katkı yapanlara saygıyla başladım.
Bazı temel dinamikler sahiplenilerek, “ben muhalefetteyim, görevim yok,” diye düşünenler, iktidar olmak için kestirme yollar arayanlar, hatta adeta bir sihirli değnek dokunuşuyla iktidara gelebileceklerini sananların hesapları, kendilerini ciddi yanlışlıklara sürükleyebilir. İşte, “meslek için el ele” yani bir başka anlamıyla “katılımcılık” düşüncesini hayata geçirebilmek için bütün bu olguları birlikte düşünüp değerlendirmek gerekir. Elbette ki bunların sonucunda kazanan meslek, meslek mensupları ve kendileri olacaktır.  
Kimi iktidarlar, yönetsel erki egemenlikleri altına alabilmek için toplulukta kendilerince olumsuz tepkiler doğurabilecek olayları çarpıtmak ya da saklamak biçiminde tutum sergileyebilirler. Hatta kendi çıkarlarına uygun, ancak, bireylerin, toplulukların ya da grupların çıkarlarına ters düşecek uygulamalarda da bulunabilirler. Özünde, toplum çıkarlarına aykırı kimi uygulamalar, iktidarı destekleyenlerin bir bölümü tarafından görülmesine karşın, bunlar da görmeyenler gibi sessizliklerini sürdürebilirler. Olumsuz olgulara karşı ufak tefek tepkiler görülse de, bunların da genellikle, “zamanla unutulacağı” ya da “unutturulacağı” inancı yaygındır. İşte belki de iktidarda olanların asıl yanılgısı buradadır.
Yönetsel zaafları bulunan ya da taraflı (eşitsiz) davranan meslek örgütü yöneticileri hakkında eleştiriler yapılabilir. Seçmen meslek mensupları tüm bunlardan rahatsızlık duyarlar, üzülürler!  
Oysa bilinir ki meslek örgütleri, meslek mensuplarının çalışma koşullarıyla, ekonomik ve sosyal durumlarını iyileştirmek, kısacası; mesleğin ve meslek mensuplarının sorunlarına çözüm üretmek için vardırlar. Zaten meslek örgütlerinin kuruluş amaçlarından biri de budur. Yöneticilerin de bunlara azami özeni göstermeleri gerekir ve beklenir! Her şeye karşın, elbette ki belli çabaların gösterildiğini biliyoruz ve bunları asla yadsıyamayız.
Kurumsal yapıları birlikte yönetmek durumunda kalan tarafların (grupların, alt grupların) asgari müşterekler etrafında birleşerek kurumları demokratik kurallara göre yönetebilmeleri mümkündür.
Ancak bunun sağlanması, o topluluklarda demokrasi kültürünün yerleşmiş olup olmadığına bağlıdır.
Demokrasiye inanan ve demokratik davranan iktidarlar ya da yöneticiler, kendilerine oy vermemiş olan kesimlere karşı tavır alamaz, bunlara hizmet vermekten ve bunlardan hizmet almaktan kaçınamaz, ayrımcılık yapamaz, onlara sırtını dönemez.  Oysa pratikte bu çoğu zaman bu şekilde uygulanmaz!
İktidardakiler(in)den kimileri, kendilerine ya da adaylarına oy vermemiş olanları tespit ederek, ya da tahmin etmeye çalışarak o kişi ya da topluluğu çeşitli şekillerde cezalandırmanın yollarını arar bulurlar! İktidar olanların popülist yaklaşımlarına rastlamak da mümkündür.
Ancak genellikle küçük düşünenlerin büyük sanatı popülizm olabilmektedir. Kimileri için bunu belki oportünizm olarak değerlendirmek de mümkündür.
Demokrasilerde iktidar olmak demek, bütün gücü yalnızca birilerinin tekeline alması demek değildir. İktidar olmuş olmak kimseye bu hakkı vermez. Bu, en azından teoride, insani değerler bağlamında böyledir.
Demokrasi, tek bir kişinin ya da grubun güç merkezi olmadığı sistemin adıdır.
Bilinmelidir ki demokrasi, hiçbir koşulda ve zamanda birilerinin bir biçimde elde etmiş oldukları çoğunluğunun kısıtlanmamış iradesinin yönetimi anlamına gelmez.
Bilelim ki; demokrasiye tahammülü olmayanların kitlelerden bekledikleri tek şey; kendilerine mutlak itaat ve sadakattir.
Bunu genellikle, oluşturdukları korku ya da çıkar sağlama temeli üzerine kurdukları imparatorluklarıyla devam ettirebilirler!
Katılımcılıktan, demokratlıktan bahsedip, tüm çalışma kurullarına yalnızca kendine yandaş olarak görülenleri alarak, bunların dışındakileri yok saymak, ötekileştirmek gibi karşı demokratik davranışlar sergilenirken, bu arada “arkadaşlar, birlik ve beraberliği sağlamalıyız” edebiyatı yapmakla, doğrular söylenmiş olmaz.
Bu, olsa olsa bir tür kitle aldatmacılığı olur ki, o da asla sürgit devam etmez, uzun ömürlü olmaz!
Demokrasi her ne kadar açıklık yönetimi ise de, durum bizler açısından da çoğu kere kapalı ve belirsizlikler sürecini devam ettirmektedir. Ancak, belirsizlik ve sürüncemede bırakılma ve sürekli endişe taşıma beklentisi çözümsüzlükler yumağını büyütmektedir.
Ülkemizde bir türlü demokrasiye işlerlik kazandırıl(a)mıyor. Demokrasi ile bizleri yönettiklerini iddia edenler ve onları destekleyenlerin çoğunluğu ve hâkimiyeti ellerinde bulundurmaları onların istediklerini yapabilecekleri biçiminde algılanıyor.
Bugünkü siyasal yapı, 12 Eylül darbesiyle oluşturulan ve sonrasında hâlâ devam ettirilen ve ileri demokrasi ve demokratik açılımlarla(!) bir türlü düzeltilemeyen anayasal ve yasal düzenlemelere dayanmaktadır. Bu nedenle, bu siyasal yapının oluşturduğu yasama organı kıskacında yasal değişikliklerin meslek lehine düzeltilmesi konusunda görüş birliği de oluşamamıştır.
Demokrasinin bir değerler sistemi olması, yasadan da, hatta illa da birilerinin seçilmesinden de önce geldiği gibi, asla ve asla bir araç değildir.
Bu bağlamda demokrasi, kişilere veya gruplara değil, değerlere sahip olduğu sürece kalıcılaşır. Hiç şüphesiz ki bu değerlerin başında eşitlik, özgürlük ve erdem gelir.
İnsanlık Türkiye’de ve dünyada büyük savaşımlar, mücadeleler vererek bu değerlere ulaşmaya çalışmıştır ve çalışmaktadır!
Demokrasi, insan aklının özgürleşmesinin bir sonucudur. İnsan aklının özgürleşmesi için her şeyden önce, tartışılmaz olması istenilen çeşitli öğelerin etkisinde kalınmaması gerekir. Dolayısıyla; hakkaniyeti, özgürlüğü, eşitliği ve etiği öne çıkarmayan anlayışlar ve düşünce sistemleri bu niteliği gereği demokratik olamazlar.
Bugün gelinen noktada, belki çoğu kesim mutsuz, ama umutsuz değildir! İnanıyorum ki, iktidardakilerin sağduyu sahibi kişileri ve iktidar oluşumunun destekçisi sağduyulu çoğu insan da mutsuz ve endişelidir!
İnsanlar seçtikleri yöneticilerce kendilerinin temel hakları olan toplanma, tartışma, görüşme, değerlendirme vb. haklarının kısıtlanması, sınırlandırılması ya da ertelenmesi bazı çatışmaları, eleştirileri ve tartışmaları başlatabilir. Bu çatışmalar ve tartışmalar kaçınılmaz da olabilir.
Sorun yönetenlerde ise, olayın bundan sonrasında üyeye (seçmene) düşen görev, bu çatışmaların sürekliliğini önleyebilecek daha akıllı, bilgili, hoşgörülü (ama daha da önemlisi), bir liderde (ya da yöneticide) bulunması gereken genel ve temel özelliklerin toplandığı kişi ya da kişileri göreve taşımak olmalıdır.
Ancak, üyeler bu duyarlılığı, seçtiği kişileri izlemeyi ihmal etmeyerek göstermelidir. Aksi halde başa, yani yeni çatışma ortamlarına dönülmesi kaçınılmaz olur.
Geçmişte yaşadığımız ve içinde bulunduğumuz süreçte yaşanmakta olanlar, sivil toplum örgütlerinin önemini gündemden hiç düşürmemiştir. Ülkemizde kişilerin ve sivil toplum örgütlerinin üzerinde yönetenlerce baskıcı politikalar çeşitli biçimlerde hep uygulanmıştır, uygulanmaktadır da.
Ülkemizde kurumsal yapılar, ekonomik yapı, mali sistem ve demokrasi hiçte sorunsuz işlemiyor. Hayatın her alanında olduğu gibi bizim mesleki ve örgütsel sorunlarımızın bir kısmı da çeşitli soru işaretlerinin çengeline takılı duruyor.
Demokrasi kimi ellerde yeşerir, gönence erişir. Kimi ellerdeyse, tekelleşir ya da yalnızca birilerinin ve genellikle de kendilerinin diktatoryasına dönüştürülür.
Bu tutum çeşitli biçimlerdeki gerginlik ve çatışmaların oluşmasına yol açabilir. Çünkü bu durumda kimi “yapılar” ya da “oluşumların” ortadan kaldırılması amaçlanmış, girişimlerde bulunulmuş ya da (sonuçta) tümden ortadan kaldırılmış olabilir.
İşte tam da bu aşamada demokrasi güçleri harekete geçmelidir. Ya da, “zaten geçerler, geçmeleri gerekir,” diyenler de çıkar, hatta bunlar çoğalır!
Aynı meslek grubunun örgütleri olan zorunlu ve gönüllü örgütlerin, birbirlerine alternatif ve rakip değil, birbirine yardımcı olan ve dayanışma içinde davranan, üyelerinin sosyal, kültürel, mesleki gereksinimlerini geliştiren ve karşılayan örgütler olması her zaman bir zorunluluk ve gerçekliktir.
İşte bu anlayış ve yaklaşım sonucudur ki geçmişte; Bağımsız Meslek Demokratik Türkiye şiarını üstlenmiş MMMB Derneği’nin son 10 yıllık dönemlerin yöneticileri çeşitli nedenlerden kaynaklı olarak maalesef önemli toplumsal ve mesleki olumsuzluklara beklenen duyarlılıkla ve cesaretle parmak basamamış ve bir öneri ya da perspektif sunamamışlardır.
Hak arama, odaların söyleyemediklerini söyleme eylemlerinde aktif olamamışlardır. Bu durum, bir demokratik kitle örgütü için düşündürücüdür. Ancak ben bunu salt yöneticiler için söyleme hatasına da düşmek istemiyorum.
Genel Merkezin 10 yıllık mevcut yönetim anlayışı, kimi yapılanları da yok etmiştir. Hatta “daha iyisini yapacağız” sözlerine karşın hiçbir girişimde dahi bulunmamışlar, kimileri de bu türden yalanların altına imza atma gafletinde bulunmuşlardı. Genel Merkezin 2001’den buyana yok ettikleri değerler karşısında sessizliklerini korumuşlardır!
Örneğin, Asım Bezirci Muhasebe Meslek Onur Ödülü Yönetmeliği’nin ortadan kaldırılması bunlara somut bir örnektir.
Şubelerimizin genel kurullarında dikkat edilmesi gereken önemli bir husus ise, daha güçlü ve geniş çapta, daha büyük katılımlı bir mesleki mücadele zeminine sahip olmanın temel koşulunu oluşturmaktır. Ancak genele baktığımızda bunun gerçekleşmediğini görebilmekteyiz.
Bunun için; Derneğimizin temel hedefi olan BAĞIMSIZ MESLEK DEMOKRATİK TÜRKİYE şiarını benimseyenlerin güç birliği yaparak Dernek yönetimlerinde ve delegasyonlarında yer alması sağlanmalıdır. Böyle bir geleneğin yaratılması, yarınlarda bu ilkeyi benimseyen herkesin, odalarımızda da aynı anlayışı devam ettirebilmesinin zemini hazırlanmış olacaktır.
Bunu yaratmak daha güçlü bir mücadele çizgisi geliştireceğinden, herkesin özellikle de kendisine lider payesi verenlerin ya da verilenlerin kişisel hırslarından uzak, “az olsun benim olsun” anlayışını reddeden, katılımcılığı ve kolektif anlayışı esas alan bu düşünceye katkı sunmaları toplumsal sorumluluk gereğidir.  
Nitelik açısından en gelişmiş şekliyle kendini ifade eden ve somut çalışma programları ortaya koyan, iş üzerinden örgütlenmeyi ve kendini ifade eden tarzda göreve gelmenin, Derneğimizin önemli ve temel ilkelerinden biri olduğunu unutmamalıyız.
Ne yazık ki, sorunlarımızın tartışıldığı, somut önerilerin ortaya atıldığı ve başarılı sonuçların elde edildiği genel kurullar yaşanmasını bekleyip umut ederken, birilerinin diğerlerini hiçte yakışık almayan suçlamalarla, bahanelerle tartışma zeminine oturtmuş olması mesleğin geleceği açısından oldukça endişe verici bir durum yaratmaktadır!
Oysa “BAĞIMSIZ MESLEK VE MESLEK ÖRGÜTLERİNE DUYDUĞUMUZ SOMUT GEREKSİNİM, DERNEKLERİMİZİN VARLIK NEDENİDİR,” derken, bunun günümüzde ne kadar hayatta kaldığı tartışılır konumdadır.
Elbette ki meslek kamuoyunun gündeminde bulunan sorunlarımız ve ülke sorunları mutlaka tartışılmalı, tartışılmasının önündeki engeller kaldırılmalı ve somut öneriler ortaya konmalıdır. Bilinmelidir ki, liderler ya da genel anlamda yöneten kişiler, eleştirilmekten korkmayan, eleştirenleri dinleyen ve eleştirileri olgunlukla karşılayan, bu eleştirilerden dersler çıkaran, sonuçta da çözüm arayışına giren kişiler olmak durumundadırlar.
Oysa şu da bilinmektedir ki; Ülkemizde genelde insanlarımız, özelde de yönetenlerimizin kimileri eleştirilmekten pek hoşlanmazlar, hatta korkarlar. Kimileriyse eksiklerinin alenen söylenmesinden çok ciddi rahatsızlıklar duyarlar. Kendilerini eleştirenleri bir tür rakip, hatta kimi koşullarda düşman bellerler!. Çoğu kere önemli bir yanılgı içerisine de düşerek; hatalarını ya da eksiklerini gördükleri halde yüzüne gülenleri dost sanırlar. Ancak, o dost sandıklarının yandaşlığı ve desteği ise, onların bireysel çıkar birlikteliklerinin devam ettiği süreyle sınırlıdır.
Yöneticiler ya da diğer bir anlatımla önderler, kendilerini yalnızca mesleki çalışmalara ve gelişmelere endeksli olmak, yalnızca önceden belirlenmiş, planlanmış bireysel tercih ve özlemleri(!) gerçekleştirmek, seçim başarısı elde etmek için çeşitli seçim entrikalarına başvurmak gibi sosyal sorumluluktan uzak, sığ düşüncelerle davranma bireyselliğinden ve bencilliğinden kurtulmanın yöntemlerini arayıp bulmalıdırlar. Çabalarını popülizmden arınmış olarak asli sorumlulukları zemininde sürdürmelidirler.
Mesleki mücadeleyi sadece belli örgütsel yapılarla sınırlamak, birey olarak meslek mensuplarının sosyal sorumluluklarından uzaklaşmalarına neden olur. Bu bağlamda çalışmalar yalnızca oda, dernek alanları ile sınırlı tutulmamalıdır. Meslek yapılanması içerisindeki grupların, alt grupların ve üyelerin kendilerini yalnızca bir yerlere seçtirtmeye veya sırf birilerini seçmeye endekslememelidirler. Çalışmalarını, enerji ve birikimlerini yalnızca mesleki alana değil, gelecekte dünyada ve ülkede mevcut ve olası siyasal, sosyal ve ekonomik gelişmelere de odaklamalıdırlar.
Mesleki mücadeleyi yürütmek için seçilmiş ve kazanılmış alanlar elbette ki çok önemlidir. Bu alanlar ilk bakışta ya da değerlendirmede bekli de hayatın her alanıdır. Ancak, özellikle günümüzde neo liberalizmin, tüm emekçi sınıfların kazanılmış olan her türlü siyasal, ekonomik ve demokratik haklarına çekince göstermeden saldırdığı bilinmektedir. Ve gelinen noktada başarılı oldukları da yadsınamaz bir gerçektir. Böyle bir durumda ekonomik-demokratik mücadele; kazanılmış olan değerlerin korunması, en küçük demokratik unsurun (değerin) dahi heba edilmemesi halinde başarıyla ve kolaylıkla yürütülebilir.
Birçok hak kayıplarının yaşandığı ve bilinçli bir biçimde devam ettirildiği günümüzde meslek örgütlerinin, (var olan koşullar ne olursa olsun) tüm meslek kitlesini kucaklama ve mesleki ekonomik-demokratik mücadeleye yönlendirebilme yetenek ve cesaretine sahip olması gerekmektedir. Meslek örgütleri ve yöneticileri, üyelerini bu haklı mesleki ekonomik-demokratik mücadeleye katmak için yeterli ve etkin çabayı dürüstçe, hilelere başvurmadan samimiyetle göstermelidirler. Bu çabanın bu güne kadar çeşitli kademelerdeki meslek önderlerimizin öncülüğünde gösterildiğini biliyor ve takdirle karşılıyor, bu bağlamda mesleki gelişmeye katkı yapmış cesur, her anlamda dürüst, mücadeleci insanlara (tüm ayrışık duruşlara karşın) teşekkür etmek ve her platformda haklarını teslim etmek borcumuz olmalıdır.
Mesleki örgütlenme (mücadele) sürecinde zaman zaman çalkantılı ve ayrışık duruşlara sahne olan dönemler geçirilmiş olsa da örgütsel yapı, yadsınamaz önemli gelişmelere sahne olmuştur. Konu bu bağamda değerlendirildiğinde, (yeterli görülmemekle birlikte) meslek örgütlerimiz, güçlü bir örgütsel yapıya kavuşmuştur, denebilir. Ancak, bu güçlü örgütsel yapıya karşın, odalarımızın ve derneklerimizin demokratik yapısının korunabilmesi, Türkiye’nin ve dolayısıyla odalarımızın demografik siyasal yapısı birlikte değerlendirilerek dikkate alınması gerekmektedir. Bu durumun, içinde bulunduğumuz koşullarda pek kolay olmadığı ve olmayacağı gözlemlenmektedir.
Bu nedenle, mevcut ve gelişecek olası tehlikeler karşısında daha dikkatli, akılcı, mücadeleci ve uyanık olmak gerekmektedir. Bu duyarlılığı; meslek örgütlerinin omurgasını teşkil ettiğini iddia eden tüm grupların, alt grupların ve kişilerin de dürüstçe ve samimiyetle göstermesi gerekmektedir.
Bu bağlamda örgütsel yapıyı daha da güçlendirebilmek; belirlenen temel ilkeler ve amaçlar etrafında birleşerek kitlelere ulaşmak, onlarla bütünleşmek, bilgilendirmek, kitleleri diri tutmak, örgüt ve grup yapılanması içerisindeki alt grupların ve bireylerin asgari demokratik haklarını dikkate alarak, onlara karşı dürüst ve hakkaniyetli davranmakla olanaklı olabilir.
Mesleki çalışmaların, zorunlu örgütlü kuruluşlar olan odalarımız ve gönüllü örgütlü yapılar olan meslek derneklerimizde yapıldığı bilinmektedir. Hiç şüphesiz odalarımızın varlık nedeni 3568 sayılı Yasa’dır.  Meslek derneklerimizin ortaya çıkışı, ya da varlık nedeni ise, Ankara ÇDMG programında; “mesleki gereksinimlerin karşılanması ve önündeki engellerin aşılması anlamında bağımsız meslek ve meslek örgütlerine duyulan somut gereksinim…” olarak belirtilmiştir.
Bugüne kadar çağdaş demokrat meslek kitlesini (bütün ayrışımlara karşın) kimi dönemlerde bir arada tutabilmiş olan bu bilinen temel amaçlar ve ilkeler olmuştur. Ancak burada bir ihmali vurgulamadan geçemeyeceğim. O da şudur: AÇDMG Programı’nın güzel, hatta evrensel değerlerin hatırlanmaması ya da hatırlanmasına olanak sağlanmaz olduğu gerçeğidir! Asıl üzerinde durulması gereken konuların başında bu olgu gelmektedir. Hedef, bu amaç ve ilkeleri doğru kavramak, ama dürüstçe uygulamak ve uygulatmak olmalıydı!
Meslek kitlesinin tüm organlarının ve yürütme kurullarının çabası da, bu amaç ve ilkeler etrafında birleşmiş ve benimsemiş olan meslek kitlesini bu çerçevede çalışmalara, katmak olmalıdır. Bu kitleyi kucaklayacak, mücadeleye katacak, en geniş biçimde birleştirecek, birliktelikleri güçlendirip sağlamlaştıracak olanlar, en başta örgütlerin kadroları ve iş başındaki yöneticileri olmalıdır. Bu sağlanamazsa, en azından çaba gösterilemezse; küskünlükler, kırgınlıklar ve sonunda da kopmalar başlar, diyordu ki, işte maalesef AÇDMG üyeleri olarak 2008 yılında başlayan süreçle bugün bu noktaya gelmiş durumdayız!
Ne yazık ki son birkaç yıldır AÇDMG bunu çok sıcak ve yakıcı biçimde yaşamış ve yok olma noktasına gelmiştir!!!
Kitle (meslek) örgütleri yöneticilerinin, önderlerinin vazifeleri; örgüt çatısı altında topladıkları kitlelerin (ve hatta sempati duyanların) azami çıkarlarını ayrım gözetmeksizin kollamaları ve onları mücadeleye katmaları olmalıdır. Bu çizgiyi izlemekten uzak kalan, ayrımcılık yapan örgütlerin ve yöneticilerinin kendi amaç, ilke ve hatta varlıkları ile çelişir duruma düşecekleri bir gerçektir. Bunun ayırdına varamayan örgütlerde demokratik işlerlik olmayacağı gibi, bürokratik yapılar oluşmaya başlayacağından, ister istemez çelişkiler baş gösterir. Böyle örgütler kitlelerden kopabileceğinden, asıl işlevlerini de yitirirler.
Konu bu bağlamda değerlendirildiğinde sonuç olarak diyebiliriz ki; bir mesleki örgütün örgütlülük düzeyi; yöneticilerin demokrasi kültürünün, mücadele geleneğinin ve gelişmişliğinin göstergesi olarak ortaya çıkar. Bu nedenle, mesleki örgüt yöneticilerinin popülist davranmamak, mesleki mücadeleyi bilinçli bir biçimde yaygınlaştırarak güçlendirmek, katılımcı ve demokratik davranmak gibi önemli görev ve sorumlulukları vardır ve bu görevler asıldır.





660 SAYILI KANUN HÜKMÜNDE KARARNAME VE MESLEK ÖRGÜTLERİMİZ

    660 SAYILI KANUN HÜKMÜNDE KARARNAME VE MESLEK ÖRGÜTLERİMİZ
28 Kasım 2011

Bugün 28.11.2011.
Mayıs 2010 Oda seçimlerinden sonra ASMMMO Oda Danışma Meclisi toplantılarının bu ikincisi.  Oda yönetiminden 660 sayılı Kamu Gözetimi, Muhasebe ve Denetim Standartları Kurumu’nun Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname (KHK)’nin görüşülerek tartışılıp değerlendirileceğine ilişkin ileti geldi. Toplantıya katıl(a)mama olasılığı nedeniyle konuya ilişkin düşüncelerimi en azından (şimdilik) internet üzerinden meslek kamuoyuyla paylaşmak istedim.
Oda Danışma Meclisi odaların önemli bir organıdır. Yönetmeliği’ne göre oluşturulur. Bu Meclis’e, kendilerine bir şeyler danışılabilecek kişiler atanır. Onun için Meclis üyeleri olarak sizler önemlisiniz, ancak kabul etmek gerekir ki buradaki üyeler kadar önemli, ancak bu Meclis’te yer alamamış olan çok sayıda meslektaşımız bulunmaktadır, onları da saygıyla selamlıyorum. Bu Meclis’e seçimle gelinmez ama sonucu yine de seçimdir, çünkü üyelerin bir kısmı seçilenlerden oluşur. Diğerlerinin seçeni seçmen değil, Oda yönetim kuruludur.
660 sayılı KHK’nın konusu, TBMM’ye 2008 yılında Yasa Teklifi olarak gönderilmişti. Yasa teklifi TBMM’de görüşülmedi. Konu Bakanlar Kurulu tarafından KHK olarak çabucak ele alındı. Neticede, 660 sayılı Kamu Gözetimi, Muhasebe ve Denetim Standartları Kurumu’nun Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname adıyla T.C. Resmi Gazete’nin 2’nci Kasım 2011 tarih ve 28103 sayılı nüshasında yayınlandı.
660 sayılı Kamu Gözetimi, Muhasebe ve Denetim Standartları Kurumu’nun Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile SPK, BDDK, EPDK gibi kurumlar ile TÜRMOB ve Maliye Bakanlığı arasında muhasebe ve denetim yönünden  yaşanan uygulama farklılıklarının ve kimi bozuklukların giderilmeye çalışılması, bu alandaki çok başlılığın ortadan kaldırılmak, yeniden düzenlemek istenmesinin hedeflenmesi anlamında olumludur. Biz bağımsız denetçiler de yıllardır devam eden bu çok başlılığın ortadan kaldırılmasını istemekteyiz. Ancak görünen o ki; burada bir “oldubitti” söz konusudur. Zira konu, TBMM’de ve muhasebe ve denetim meslek kamuoyunda tartışılmadan alelacele yürürlüğe konmuştur. Bu düzenleme KHK ile bir “oldubitti” biçimindense, TBMM’de ve muhasebe ve denetim meslek kamuoyunda enine boyuna (inatlaşmadan) tartışılsaydı, daha sağlıklı çözümler üretilebilirdi. Bundan da başta AKP iktidarı olmak üzere bütün Türkiye kârlı çıkardı, diye düşünüyorum.
Kurul’da EPDK temsil edilmemektedir. SPK ve BDDK temsilcisi olarak ise, kendi kurumlarından değil, bağlı oldukları bakanlıklardan birer temsilci alınmaktadır.
KHK, yalnızca alelacele çıkarılmış bir hükümet tasarrufu gibi görünse de, Dünya Bankası, İMF ve AB ile yapılan uyum anlaşmalarının bir sonucu olduğunu söylemek de mümkündür.
Bu Kararname’ye göre Kamu Gözetimi, Muhasebe ve Denetim Standartları Kurumu’nun kamu tüzel kişiliği niteliğinde ve idari özerkliğe sahip olduğu belirtilmektedir. Başbakanlıkla ilişkilidir, ancak KHK’ya göre başbakan yetkilerini herhangi bir bakana yürüttürebilecektir.([2]) 
         Kurul’un oluşumu ile ilgili KHK’nın 4. maddesi 9 kişilik yönetim öngörmekte ve bu dokuz kişilik Kurul’un yalnızca birisi TÜRMOB temsilcisi olacak o da Bakanlar Kurulu’na önerilen iki isimden birini yine Bakanlar Kurulu atayacaktır.
Kurul başkanı da Bakanlar Kurulu tarafından atanmakta, üyeler arasında seçim yaptırılmamaktadır. Başkanın bu biçimde belirlenmesi demokratik gözükmemekle birlikte, Kurul’un tüm üyeleri sonuçta atama yoluyla belirlendiğinden, bu pek de yadırganacak bir durum değildir!
Bu KHK ile mesleğimiz adına önemli çalışmalarda bulunduğunu söyleyebileceğimiz Türkiye Muhasebe Standartları Kurul’u (TMSK) da dağıtılmıştır. TMSK’nın tüm varlık ve borçları ile yazılı ve elektronik ortamdaki her türlü kayıtları Kurum’a devredilmiş sayılacaktır. 
Bu sonuç, meslek örgütü olarak yıllardır vesayete karşı çıkamayan yönetim anlayışımızın geldiği noktadır!
Bütün bunlar diğerleriyle birlikte değerlendirildiğinde önümüzdeki süreçte meslek mensuplarımızı özellikle de bağımsız denetim alanında faaliyet gösterecek olanları çok ciddi bir çalışma dönemi ve sıkıntılı günler beklemektedir.
660 sayılı KHK’nın 23. maddesinde, Kararname’de sayılan kamu yararını ilgilendiren kuruluşların bağımsız denetimi yalnızca bağımsız denetim kuruluşları tarafından yapılır, denmektedir. Bu olumlu bir yaklaşımdır.
Kararnamenin Tanımlar başlıklı 2/a maddesinde bağımsız denetçiler, 3568 sayılı Kanun’a göre ruhsatını almış olan YMM ve SMMM meslek mensupları arasından KURUL tarafından yetkilendirilen kişilerden oluşturulmaktadır. Bu da önemli ve olumlu bir yaklaşımdır.
Ayrıca aynı maddenin (i) bendinde meslek mensubu tanımını 3568 sayılı Kanun kapsamında “faaliyette bulunan SMMM ve YMM”ler olarak belirtilmekte, ancak buradaki tanımlamada  “faaliyette bulunma”dan neyin anlaşılması gerektiği net değildir. Kanımca burada serbest çalışan meslek mensupları ifade etmektedir. Bu da önemli ve olumlu bir yaklaşımdır.
Bağımsız denetim kuruluşu da “bağımsız denetim yapmak üzere, Kurum tarafından yetkilendirilen sermaye şirketlerini” tanımlamaktadır. Bağımsız denetim şirketlerinin hangi tür sermaye şirketi biçiminde kurulacağı ve daha önce kurulmuş olanların durumu ve yetkilendirilmeleri konusunda da açıklık bulunmamaktadır.
KHK’da bağımsız denetçilerin hangi kıstaslara göre belirleneceği ve SPK’dan denetçi yetkisi almış olan denetçilerin durumlarıyla, halen sınavlara girmekte olan meslek mensupları hakkında net bir açıklama bulunmamaktadır.
Çok merak ettiğim bir konu daha var:
TÜRMOB genel kurullarına sunulan “Tam Olumlu Denetleme Kurulu Raporlarında neden bu konular denetlenmez, sorgulanmaz! Oysa denetleme kurulunun görevi yalnızca maddi konuları denetlemek değildir. İşte, Kasım 2011’de yayımlanan ve meslek örgütünün pek de dikkate alınmadığı KHK buna iyi bir örnektir.
TMS ve TDS’ler Kurul tarafından onaylanarak yayımlananlar olacaktır. Ancak, geçici 1. madde gereği, Kurum tarafından yayımlanacak olan standart ve düzenlemeler yürürlüğe girinceye kadar, bu hususlara ilişkin düzenlemelerin uygulanmasına devam edilecektir. Şimdiki durumda zaten başka seçenek de yoktur.
KHK’nın 25’inci maddesinin 1’inci fıkrasına göre kamu yararını ilgilendiren kuruluşları denetleyen bağımsız denetim kuruluşlarının asgari 3 yılda bir, diğerlerinin ise asgari 6 yılda bir inceleneceği belirtilmektedir. Aynı maddenin 3. fıkrasına göre Kurum, incelemeleri kendi meslek personeli eliyle yürütebileceği gibi, gerekli hallerde kanunla belirli alanları düzenleme ve denetleme yetkisi olan GTB, MB, HM, BDDK, SPK VE EPDK’nın ilgili denetim birimi vasıtasıyla da yürütebilecektir. Bu, çok açık olarak bağımsız denetim yapan kuruluşların, her sektörün bağlı olduğu Kurum’un uzmanları tarafından denetleneceği anlamına gelmektedir. Oysa bağımsız denetim kuruluşları zaten bu kuruluşların uzmanları tarafından denetlenmektedir.
Kurum’un gelirleri; hazine yardımı, muhasebe ve denetim standartları telif hakları ve diğer gelirlerden oluşacak denmekte ancak “diğer gelirlerin” nelerden ibaret olacağı açıklanmamıştır. Bunun bağımsız denetim kuruluşları ve denetçilerden istenmesi de söz konusu olabilir!
Dışarıdan hizmet satın alınması ve komisyonlara atanacaklar arasında memurlar, kamu görevlileri, Yüksek Öğretim Kanunu 38. Maddesine göre öğretim elemanlarının görevlendirileceği belirtilmesine ve diğer kişiler ibaresine karşın, TÜRMOB’un adı dahi geçmemektedir.
Muhasebe ve denetim mesleğinin çok ciddi sorunları vardır. Biri çözülmeden diğerleri başlamaktadır. İşte 660 sayılı KHK da bunlardan birisi diyebiliriz. Olumlu ve olumsuz yönleri bulunmaktadır.
Yukarıda da belirtildiği gibi 660 sayılı KHK konusu, TBMM’ye 2008 tarihinde Yasa teklifi olarak verilmişti. O tarihte Yasa Teklifi, daha sonra 660 sayılı KHK olarak gerçekleşen konu hakkında meslek örgütlerimizce ne tür girişimler, etkinlikler yapıldı, bilemiyorum. Duymadım da. Ya da meslek kamuoyu ile paylaşılmadı ki duyalım!
Yalnızca bu konu da mı?
Milyonlarca para harcanarak yayımladıkları mesleki yayın organlarının hiçbirisinde herhangi bir mesleki ve mesleki örgütsel soruna yer vermeyen ya da bu cesareti gösteremeyen yönetim anlayışlarıyla bu sorunlar çözülemez, kamuoyunda saygın bir yer edinilemez.
Eğer büyük TÜRMOB, O’nun vizyon sahibi (geniş, uzak görüşlü) yöneticilerinden ve de odalarımızdan hiçbir tepki olmadıysa, TBMM’ye 2008 yılında sunulan konuya ilişkin Yasa teklifi hakkında da herhangi bir sorgulama yapılmamışsa, bu tam bir teslimiyet demektir!
Eğer değilse; bunun izahı; meslek kitlesine güvensizliktir ki, bu da, mesleki mücadele geleneğinin olmaması anlamına gelir. Dahası bu, mesleki sorunlardan kopukluk demektir, bu insanların koltuklarını koruma endişesinden başka dertleri yok demektir, bunun için aralarında uzlaşı anlayışı var demektir, meslek odası ya da TÜRMOB yöneticiliğini ve denetçiliğini meslek edinme ve bunu bir yaşam biçimi görmelerinden kaynaklanıyor demektir! Umarım böyle değildir!
TÜRMOB’un önereceği kurul üyesinin hangi kurumdan önerileceği de belirtilmemiştir. Ne yazık ki TÜRMOB bu konuda tarihsel işlevini yerine getirememiş, meslek kitlesini arkasına almayı becerememiştir. Bu sonucu TÜRMOB açısından “hüsran” olarak değerlendirsek de, kendisine bağlı, hatta TÜRMOB’u yöneten, yönlendiren odaların da önemli ve affedilemez sorumlulukları vardır. Denebilir ki; 21 yıldır görev yapanların, yani yönetenlerin ve denetleyenlerin, disipline edenlerin artık şapkalarını önlerine alıp düşünmeleri gerekir! Çünkü, dillerden düşmeyen “vizyon” “flu”laşmış, misyon ise bu alanda maalesef yok olmuştur!
Bütün bunları görmezden gelenler ya da görüp bilip de ses çıkarmayanlar, TÜRMOB 2010 Genel Kurulunda sunulan 2011 bütçesine de koyarak daha sonra meslek kamuoyunda tartışmadan apar topar TÜRMOB Bağımsız Denetim Merkezi Kurulması Hakkında Tebliğ’i yayımlamışlardı. Sonuçta bu Tebliğ’i çıkaranlar, yani kendilerini örgütün merkezine yerleştirenler(!) sayesinde kocaman meslek örgütümüz olarak bildiğimiz TÜRMOB’un kamuoyundaki saygınlığına gölge düşürüldü. Neticede meslek kamuoyundan gelen tepkiler ve baskılar, açılan davalar sonucunda (ki ben de o tarihte beş sayfalık yazı yayımlayarak o Tebliğ’in iptalini istemiştim) TÜRMOB Yönetim Kurulu Tebliğ’i geri çekerek yürürlükten kaldırmıştı. Yeni TÜRMOB Yönetiminin bu tutumu doğruydu. Şimdi ise aynı yöntemi Hükümet uygulamaktadır! TBMM’de ve meslek kamuoyunda tartıştırmadan KHK’yi yayımlamıştır. Meslek örgütlerimiz ise sessiz ve etkisiz kalmıştır.
Mesleki üst örgütümüz olan TÜRMOB bir sivil toplum kuruluşu olarak, seksen iki adet bağlı odalarıyla, 86 bini aşkın üyesiyle ve 42 milyon TL’yi aşan bütçesiyle elbette ki bu bağlamda büyük bir örgüttür.
Ancak, bir meslek örgütünün büyüklüğü yalnızca çok sayıda bağlı odasıyla, binlerce üyesiyle, ekonomik büyüklüğüyle, mesleki sorunları içermeyen onlarca yayınlarıyla, turistik gezileriyle, yılda birkaç kere 5–7 yıldızlı otellerde yaptığı ve bürokratların ağırlandığı, yönetenlerin ve etrafındaki birkaç kişinin bedava faydalandırıldığı ya da ekonomik gücü iyi olan az sayıda meslektaşın katılımıyla yapılan SEMPOZYUMLARIN (şölenler) renkliliğiyle ve görkemiyle ölçülemez!
Sonuç olarak, üzülerek söylemek zorundayım ki; demokratik ve katılımcı yönetimler ve hükümetler bizleri yönetmediği müddetçe, bu tür oldubittileri, dayatmaları, kabullenerek yaşamamız mümkün kılınacaktır!




[2]Başbakanlık’ın İlgi: 22/11/2011 tarih ve B.02.0.PPG.0.12-300-02/11349 sayılı olura sunulan yazılarına Cumhurbaşkanlığı’nın 25 Kasım 2011 B.01.0.KKB.01-08/D-2-781 sayılı olurlarıyla, 660 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile kurulmuş bulunan Kamu Gözetimi, Muhasebe ve Denetim Standartları Kurumu’nun Maliye Bakanlığı ile ilgilendirilmesi, 27/9/1984 tarihli ve 3046 sayılı Kanun’un 19/A maddesi uyarınca uygun görüldüğü bildirilmiştir.

25 Ağustos 2011 Perşembe


KAHRAMAN KÖLE, TÜKENMEZ KALEM MUHASEBECİ ..! ??

Smmm Gökhan DEDE – 29.05.2011

YMM Sayın Şükrü Adil Murtezaoğlu Mükellef Gazetesi’nde yayımlanan “Kurumlarımızca Tükenmez Kalem mi!?” başlıklı yazısında muhasebecileri “mizah ustası Bülent Arabacıoğlu’nun “en kahraman Rıdvan’ı, Cervantes’in Don Kişot’u gibi mesleğimizin kahramanı da Muhasebecilerdir,” değerlendirmesinde bulunarak, muhasebecilerin sorunlarına değinmiş!

Muhasebecilere güya övgülerde bulunan Murtezaoğlu muhasebecileri bakın nasıl değerlendiriyor: “Dayanıklı, güçlü, yılmaz, sonsuz kapasiteli, kendi kendine söylenen ama karşı çıkmayan, kendisini düşünmek isteyen ama zamanı olmayan, mecburen kendisini ve ailesini hiçe sayan ve buna benzer saymakla bitmeyecek özellikleri olan zorunlu bir süper insan…. “

Sağolun sayın yeminli mali müşavirimiz!  Sorunlarımıza eğilmenizden mutluluk duyduk!

Sayın YMM Murtezaoğlu değerlendirmesine devam ediyor ve bakın neler söylüyor: “Diğer kahramanların aksine bizimki kötü adamlarla değil işle savaşır, saldırırken diğerlerinin aksine “ kukurikii” ya da benzeri hiçbir ses çıkartmaz ve genellikle kötü adam da kendisidir. “ vay vay vay vay…

Sayın Murtezaoğlu kahramanlığımızı da teslim etmiş!, diyor ki; “Çizgi romanlardan ve filmlerden edindiğimiz bilgilere göre kahramanlar 1-4 kişi civarında olmakla birlikte kahramanımız sayılmakla bitmez.  Aslında herkesin kahramanıdır o. Ama kahraman olduğunu kendisi de, diğerleri de bilmez.”

Maliye Bakanlığı’nın muhasebecilere yüklediği angaryalar karşısındaki dayanıklılığını teslim etmeyi de ihmal etmemiş Sayın YMM Murtezaoğlu. Bakın ne diyor: “Maliye teşkilatı bu kahramanı zorlayabilmek için elindeki olanakları sonuna değin kullanır. Yapılabilecek en son imkân olarak kendi işlerinin büyük bölümünü muhasebeciye yükler. Ama heyhat! İnanılmaz dayanıklılıkla önüne gelen işi bitirmeyi sürdüren kahramanımıza verilen en son görev Kesin Mizandır. Diyerek muhasebecinin sırtına idarece yüklenen diğer bazı yükleri ve bazı çözüm önerilerini sıralarken, acıma duygusunu dışa vurmayı da ihmal etmiyor ama hiç Zülfi yâre dokunduğu yok.

Çok da haksızlık etmeyeyim. Yazısının bir yerinde “Odalar ne iş yaparlar bilmiyorum. Ama iyi bir şeyler yapmadıkları kesin.” Diyor.

Anlıyorum ki Sayın YMM Murtezaoğlu’nun bahsettiği odalar SMMM odalarıdır hiç şüphesiz.  Yoksa muhasebecinin sorunlarını, YMM odaları ya da YMM’lerin hakimiyetlerinin kesin olduğu TÜRMOB sahip çıkacak değil ya!!!

Muhasebeciye yüklenen angaryaları, “Bir korku filmi senaryosu” olarak değerlendiren YMM Murtezaoğlu yazısının devamında  “En garibi de hastayı doktorlar muayene ederler ama verdikleri raporları girmezler. SGK personeli de girmez. Bunu kim yapar? Kahramaaaaan !!!” diye yüksek sesle muhasebeciye sesleniyor!

Sayın YMM Murtezaoğlu sayılamayacak kadar çok işinin olduğunu belirterek “ kahramanımız” dediği muhasebeci için diyor ki “Bu nasıl bir kapasitedir anlamak mümkün değil. Sanki Tükenmez kalem gibi, Tükenmez İnsan. Kürek mahkûmlarının, kölelerin bile isyan ettiklerini okumuştuk, filmlerde görmüştük.

Oysa sesini duyurmak için ne büyük güçtür. Düşünsenize, Maliye Bakanlığına, oda yönetimlerinin güzel giysili şık yöneticileri yerine,(belli ki oda yöneticilerinden umudu kesmiş- benim notum-)  gerçek meslek mensupları hep birlikte çelenk koymaya kalksalar ya da bir yerlere doğru yürüseler ne görkemli ve ürkütücü olurdu kim bilir?

“Acaba Meslek odalarının başında bulunanlar bu gücün varlığını hissedemezler mi ? “Hissettiremezler mi ? Bu Mesleğin yasal dünyası kurulduğundan bu yana Oda yönetimleri pek değişmediğinden, kendileri belki de bu şikâyetleri yaşamıyorlardır.  

“Yönetimler eğer tabanları ile ayni sorunları yaşamıyorlarsa, çözemezler de. Bulundukları makamların olanaklarını kullanarak ilişkilerini, yaşam seviyelerini arttırmayı hedefleyenler temsil ettikleri kişilerden uzaklaşır. Birbirlerini uzaktan nokta gibi görürler. Değer vermezler.” Diyor..

Muhasebecilerin sorunlarına bazı çözüm yolları da öneren Sayın YMM Murtezaoğlu her nedense YMM’lerin muhasebecilere karşı yarattıkları haksız rekabete, haksızlıklara ve angaryalara değinmemektedir.

Ayrıca YMM’lerin yönettikleri, denetledikleri, disipline ettikleri TÜRMOB yönetimi hakkında nedense hiçbir şey söylememektedir.

Hakkımızda hayırlısı….



İKİ DÖNEM ÜSTÜSTE UYGULAMASI FIRSAT EŞİTLİĞİ Mİ?

Smmm Gökhan DEDE – 23.06.2011

Bazı meslek kuruluşlarında ya da sivil toplum örgütlerinde genellikle başkanlar en uzun süre hizmet veren, ya da diğer bir ifadeyle “aynı koltukta sürgit oturmayı başaran kişiler” olmaktadırlar. Onları buralardan söküp atmak öyle her babayiğidin harcı olmadığı gibi, kolay da değildir. Günümüz meslek örgütlerinde bunun örnekleri çokça vardır!

Herhangi bir meslek kuruluşunda bir başkanın uzun yıllar başkanlık koltuğunda oturabilmesi; o kişinin birçok yönüyle becerikli ve başarılı bir örgüt yöneticisi olmasından kaynaklı olabilir, kendisinin bu görevi devredebileceği, yerini doldurabilecek başka bir kişinin yetişmemiş olduğuna inanıyor olabilir, ya da bu süreçte ilgili kuruluşta sağladığı hakimiyet ve etkinlikle yerine geçebilecek kişileri etrafından uzaklaştırmayı başarmış da olabilir….

Bu kişilerin kendileri ya da en yandaşları; O’nun yerini doldurabilecek birisinin henüz yetişmediğini ileri sürebilmekte, uzun süre aynı görevi devam ettirenlerin bu görevlerine sürgit devam etmeleri halinde, meslek kuruluşuna sürekli yarar sağlayacağını söylemektedirler.

Sebepleri her ne olursa olsun; bir meslek kuruluşunun başında uzun yıllar kalanları meslek kamuoyu, onları oraya “çöreklenmiş” olarak görmekte, hoş karşılamamakta, ancak bir noktadan sonra bunlardan bazılarına güçleri yetmemektedir! Ancak, demokrasilerde bunun yerinin ve yararının olmadığı genel kabul görmektedir. Bizim SMMM Odalarında ve TÜRMOB’da da kuruluşundan(1990) beri oda başkanlığı görevi yapan meslektaşlarımız bulunmakta ve bir türlü o makamı başkalarına bırakmak istememektedirler. Eğer kendileri bu görevi bırakırlarsa, meslek sanki onarılmaz yaralar alır!

Ancak, 2008 yılına gelindiğinde, 3568 sayılı Kanun’da, 5786 sayılı Kanun’la birçok değişiklik yapıldı. Kanun’un 22. maddesinin birinci fıkrasının son cümlesiyle dendi ki: Odalarda üst üste iki seçim döneminde iki defa Yönetim Kurulu başkanlığına seçilmiş olanlar, aradan iki seçim dönemi geçmedikçe Yönetim Kurulu üyeliğine seçilemezler.”

Yine aynı Kanun’un 35. maddesinin 5786 sayılı Kanunla değiştirilen birinci fıkrasının son cümlesiyle de dendi ki;Üst üste iki seçim döneminde iki defa Birlik Yönetim Kurulu başkanlığına seçilmiş olanlar, aradan iki seçim dönemi geçmedikçe Yönetim Kurulu üyeliğine seçilemezler.”

Bu maddelerin iptali için Ana Muhalefet Partisi CHP konuyu T.C. Anayasa Mahkemesine götürdü. Yaklaşık iki yıl sonra Yüce Mahkeme bu değişikliğin Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, karar verdi.

İptal isteminde bulunulan ama reddedilen 3568 sayılı Yasa’nın 22. ve 35. Maddelerindeki iki dönem üst üste görev yapan başkanlara, aradan iki dönem yani 6 yıl geçmedikçe yönetim kuruluna seçilme engeli getirilmesi ve diğer yönetim kurulu üyelerine böyle bir sınırlamanın getirilmemesi bazı kesimlerce eşitsiz bulunarak ve eleştirilebilir.

İlk bakışta, başkan da yönetim kurulunun bir üyesi olduğuna ve seçimden sonra oluşan ilk yönetim kurulu toplantısında belirlendiğine göre, burada bir eşitsizliğin olduğu düşünülebilir.

Ancak kabul etmek gerekir ki bu tür seçimlerde her listenin başkan adayı (lider) önceden bellidir. Olağanüstü bir durum olmadıkça buna kimsenin itirazı da olmaz. Kanun koyucunun iki dönemle sınırlama getirmesini; bir başkanın iki dönemde yani 6 yılda programını hayata geçirebilecek performansı gösterebileceği, başkanlığın sürgit devam etmesinin, meslek haline dönüşmesinin engellenmesini ve kendini ispat ve ifade etmek isteyen diğer üyelere de fırsat tanınmasını sağlamak biçiminde algılamak gerektiğini düşündüğünü, düşünüyorum.

Yasa’da, diğer yönetim kurulu üyelerine böyle bir sınırlama getirilmemiştir. Bunu geniş açıdan değerlendirmek gerekir. Kanımca burada eşitsiz bir uygulamadan ziyade, yönetimde deneyim kazanan ve meslek kitlesi tarafından da takdir edilen, tekrar seçilme başarısı da gösteren diğer yönetim kurulu üyelerinin bu deneyimlerini başkanlıkta da değerlendirme fırsatı verme açısından meslek adına yararlı olacağını düşünebiliriz.

Yasa’nın başkanlara iki dönem sınırlaması getiren bu maddesinde eksik kalan ve ne olacağı henüz belli olmayan bir nokta daha vardır.

Şöyle ki; başkanın başkanlık yaptığı dönemin herhangi bir sürecinde herhangi bir nedenle başkanlık koltuğunun boşalması ve bir başka yönetim kurulu üyesinin başkan seçilmesi halinde yeni seçilen başkan için sürenin nasıl işleyeceği belli değildir.

Neticede bu kararın, mesleği unutup, oda başkanlığını kendisine yaşam biçimi ve odayı da geçim alanı olarak seçen, hatta oda başkanlığını bir tür “ meslek” edinen(sansan) kişileri üzdüğünü söyleyebiliriz! Bunlardan bazıları, odaların kuruluş yılı olan 1990’dan bu yana başkanlık yapmaktadırlar. Bu süre 2010 da seçilenler için neredeyse 25 yıllık emeklilik süresine denk gelmektedir.



Görevde süre sınırlaması getirilmesinin bazı sakıncaları da düşünülebilir. Tüm olanakları kullanarak ikinci dönemde de seçilen kişi; “bu artık benim son dönemim, bir daha seçilme gibi bir hakkım ve şansım yok,” diyerek hiç de uygun görmeyeceğimiz pasif çalışma konumuna girebilir. Elbette ki bu tutum kişiden kişiye değişebilen psikolojik durumdur. Oda yöneticiliği meslek olarak görülmemeli derken, bunun böyle olmaması için yönetici olmayı cezbeden bazı kısıtlamalar da getirilebilir. 



Büyük bir odada görev yapmak kurumun kendisini tanımak, kurumsal ilişkileri kurmak anlamında ilk yıl geçiş dönemi sayılabilir. İkinci yıl ilişkilerin geliştirilmeye çalışıldığı dönem olabilir. Çalışmaların semeresinin 3., 4. yıllardan sonra alınabileceği düşünülebilir. Ancak şunu unutmamak gerekir ki; göreve talip olanlar birikimleriyle, projeleriyle gelmelidirler.

Buna karşın, “seçmen (üye) başarısız gördüğü veya istemediği yöneticiyi kendi oyu ile (demokratik yöntemiyle) uzaklaştırır” düşüncesi olsa da, bu her zaman mümkün olamamaktadır.  O nedenle denebilir ki Yüce Yargı; odalarda ve TÜRMOB’da üst üste iki seçim döneminde iki defa TÜRMOB Yönetim Kurulu başkanlığına ya da oda başkanlığına seçilmiş olanlar, aradan iki seçim dönemi geçmedikçe Yönetim Kurulu üyeliğine seçilemezler.” Kararıyla “fırsat eşitliği” sağlanmaya çalışılmıştır.

VERGİ AFLARI NE İÇİN?


VERGİ AFLARI NE İÇİN?



Her ne kadar adına “yapılandırma” dense de, yeni bir “vergi affı” daha gündeme oturdu.

2011 bütçe açığını da dikkate alan Hükümet, mali suçlularla barışacak. Bütçe  yırtığına yama olması ve yaklaşan 2011 seçimlerinden dolayı böylesi bir barışa gereksinimi var!

Öte yandan şunu söylemek de mümkün: Hükümetler suç işleyenlerle baş edemedikleri, devlet acz içinde kaldığı için bu yola başvurmaktadırlar.

            Af, ya da hükümet yetkililerinin deyimiyle “yapılandırma,” 31 Temmuz 2010'dan önce tahakkuk eden emlak vergilerini, motorlu taşıtlar vergilerini, SGK primi açısından Haziran 2010 ve önceki aylara ait işveren ve sigorta primlerini, işsizlik sigortası primlerini, SGK destekleme primlerini, vergileri, vergi cezalarını, gümrük vergilerini, haçları, belediyelerin su ve atık su alacaklarını, TRT'ye olan borçları, TEDAŞ'ın elektrik alacaklarını, Yurt-Kur'un öğrenim kredisi alacaklarını, KOSGEB'in alacaklarını, organize sanayi bölgelerinin elektrik, su, doğalgaz alacaklarını kapsamaktadır.

Hükümet yetkililerince, bu genişlikte bir af tasarısının Cumhuriyet tarihinde ilk kez hazırlandığına dikkat çekilerek, Hükümet’in “beyaz sayfa operasyonunun” ilk adımını “af hükümleri”nin oluşturduğu vurgulanmaktadır. Beyaz sayfa operasyonuyla, 50 milyar lira toplamasının hedeflendiği belirtiliyor.

Ne diyelim IMF’e borçlanmaktan daha iyidir!

Hükümet’in yapacağı “büyük mali af” kapsamındaki borçlara ilişkin anaparadan vazgeçilmeyeceği, bu rakama yıllık enflasyon oranında artışlar uygulanacağı belirtilmektedir.

Kesinleşmiş alacaklarda SGK tarafından uygulanan idari para cezalarının yüzde 50'si, alacak aslına bağlı olmayan cezaların yüzde 50'si, gecikme cezası yerine güncellenen enflasyon oranına göre düzenleme yapılıyor. İhtilaflı alacaklarda alacağın yüzde 50'si ya da yüzde 20'si gecikme zammı yerine güncelleme oranı (enflasyon oranı) esas alınarak hesaplanan tutar ödenecek. Vergide “gecikme zammı” gibi alacaklardan vazgeçiliyor.

Emlak vergisine ilişkin beyannamelerini veremeyenlere yeni bir beyanname verme imkânı sağlanıyor. Ödenmesi gereken tutar, güncelleme oranına göre hesaplanan miktar olarak tahsil edilecek.

Stoklar, demirbaşlar ve nakit değerler konusunda da düzenleme yapılıyor. Buna göre, defterlerde görülenlerle gerçek durum farklıysa, kayıtları gerçek durumla eşitleme imkânı getiriliyor. Bununla, işletme kayıtlarının gerçek duruma uygun hale getirilmesi amaçlanıyor.

Varlık Barışı'nda daha önce bildirim ve beyanda bulunup da bir biçimde bundan yararlanamayanlara da yeni haklar tanınıyor.

Vergi, SSK vb. borçlara ilişkin afların gerekli olduğu düşünülebilir. Bunlar, ekonomik sıkıntıları gidermek için gerekli olabilir. Devlet bu türden alacaklarını bir türlü tahsil edemiyor olabilir. Ancak, 30 yıldan bu yana çıkarılan birçok vergi affı ya da benzeri uygulamaların bir miktar para toplamaktan öte amacına ulaştığını düşünememekteyim. Çünkü birçok (kötü niyetli) vergi, SSK ödevlileri, ödemeleri gereken vergi ve diğer borçlarını zamanında ödemeyerek bunları “ucuz kredi” ya da başka amaçlarla kullanmakta, hatta kimileri bir süre sonra ortadan kaybolmaktadırlar.

Oysa, Mali İdare denetim elemanlarıyla yeterli incelemeyi yapsa, popülist davranmasalar, toplanamayan vergiler toplanabileceği gibi, kayıt dışılık da azalabilir. Vergi inceleme ve denetim elamanı kadrolarının üçte ikisi boş olan bir ülkede elbette ki vergi inceleme oranı da %1'lerin üzerine çıkamamakta ve bu türden yöntemlere başvurulmaktadır.

Son yıllarda vergi incelemesi yapmadan, pazarlıkla, hatta tehditle vergi toplamayı alışkanlık haline getiren bir vergi idaresi anlayışı yerleşmiştir. Bu son derece yanlış ve kabul edilemez bir durumdur. Yani "şu kadar daha vergi verirsen, ya da vergi matrahını şu kadar artırırsan seni incelemeye almayacağız," anlayışı, sosyal adaletin işlevine olduğu kadar, vergi almanın temel ilkelerine de aykırıdır. Ne yazık ki bunlar tasarı kapsamında değildir.

Vergi afları ya da matrah artırımları, düzgün vergi mükelleflerini üzmektedir. Hiç şüphesizdir ki; onlar kendilerini "enayi" yerine konmuş olarak hissetmektedirler.

Kamuoyu, bu türden düzenlemelerin genellikle Hükümet’e yakın birilerini kurtarmak amaçlı olduğuna inanmaktadır.

Bu tasarıyla af kapsamına naylon faturacıların da dahil edildiği düşünülmektedir. Matrah artırımı yaptırılarak, naylon fatura kullananlar kurtarılmış olabilir. “Acaba bu defa Hükümet hangi naylon faturacıları kurtarma gayreti içerisine girmiştir,” biçiminde sorular sorulabilmektedir?

Kısacası bu tür düzenlemeler, işini düzgün yapan, kurallara uyan, sorumluluklarını zamanında ve eksiksiz yerine getiren dürüst mükelleflere hakarettir.

Elbette ki ödeme arzusu içerisinde olduğu halde herhangi bir sebeple ödemeyi gerçekleştiremeyenler de vardır. Ekonomik kriz nedeniyle bazı işletmelerin kamuya yönelik yükümlülüklerini yerine getiremediği de bir gerçektir. Ancak, yukarıda belirtildiği üzere bunlardan bazılarının bu ödemelerini yapmayarak, “vergileri ucuz kredi” olarak kullandıkları da bilinen bir gerçektir. Bunu önlemek için önceden etkin tedbirler almak, yüksek cezalar uygulamak ve bunda da kararlı ve samimi olmak gerekir.

Oysa devlet şunları da yapabilir: Gerçek anlamda zor durumda olan, ekonomik krizlerden (elinde olmayan nedenlerle) olumsuz etkilenerek vergisini ödeyememiş olan mükellefler saptanarak onlara kolaylık ya da "af" getirilebilir. Ayrıca, vergisini düzenli olarak ödemiş olanlara ya da vadesinden önce ödeyenlere belli oranlarda vergi indirimleri yapılarak ödüllendirmede bulunulabilir.

Bunları ancak ve ancak gerçek bir sosyal devlet yapabilir.

Mükellefler işletme kârlarından ödemeleri gereken vergileri zor durumları nedeniyle ödeyememiş olabilirler. Ancak, bazı vergiler vardır ki, mükelleflerin bunları sorumlu sıfatıyla ödemeleri gerekmektedir.

Örneğin, nihai tüketici aldığı mal için ödediği katma değer vergisini devlete ödemesi için esnafa, tüccara teslim eder.

Ücretli işçinin maaşından vergisini kesen iş sahibi, işçinin maaşından kestiği bu vergiyi sorumlu sıfatıyla devlete ödemesi gerekir. Bunları çoğaltmak mümkündür.

Diyebiliriz ki; iş sahiplerinin tüm bunları ödememesi, kötü niyetlilikten başka bir şey değildir. Çünkü bunlar üzerinde esnafın, tüccarın (mükellefin) hiçbir hakkı yoktur.

Bu ve benzer afların ve matrah artırımlarının diğer bir yansıması da meslek mensuplarımızadır. Onların yaptığı uzmanlık işinin önemi bir biçimde ortadan kaldırılmış olmaktadır. Çünkü bu türden uygulamalarla vergi kaçakçısı ve kayıt dışı çalışanlara, "bu tutumlarınıza devam edebilirsiniz" biçiminde cesaret verilmekte, onlar da “nasıl olsa af çıkarılır” düşüncesiyle hareket edebilmektedirler. Çok açık bir ifadeyle söylemek gerekirse denebilir ki bu, ekonominin kaydını tutan muhasebeci ve mali müşavirlere yapılan haksızlıktır, kötülüktür!

İşin diğer bir yönü de, vergi affının (ya da yapılandırmasının) genel seçim öncesine denk getirilmesidir. Anlaşıldığı kadarıyla bu tasarı, 2011 Şubat ya da Mart ayında yasalaşarak yürürlüğe girecektir.

Bu bağlamda tabi ki şunlar da akla gelmektedir:

Bu aflar; seçim yatırımı için mi, gerçekten ekonomiyi canlandırmak için mi, kimi vergi kaçakçısı ya da naylon fatura kullanmış olanları kurtarmak için mi, yoksa gelecek paraları seçimler öncesinde bol bol harcayabilmek için mi, gerçekleştirilecektir?

Vergi afları eğer bunların hiçbirisi için yapılmıyorsa, ekonomik gidişat iyi değildir. Örneğin bu Hükümet’in 8,5 yıllık iktidarı döneminde 4 kere vergi affı vb. uygulamaya başvuruldu. Bu durum ekonomik durumun iyi olmadığı anlamına gelir. Zira esnaf, tüccar, serbest meslek erbabı ve diğerleri yükümlüler ekonomik durumları kötüye gittiği için vergilerini ödeyememişlerdir.

Geçmiş yıllarda bu türden aflar çıkarıldığında, yetkililer her defasında kamuoyuna; “bir daha bu tür afların çıkarılmayacağı” beyanında bulundular.

Ama öyle gözüküyor ki bu defasında da af, vergilerini zamanında ve düzenli ödeyen mükelleflere yine; “keşke ödemeseydim,” dedirtecektir! 



Smmm Gökhan DEDE – 22 Kasım 2010 Ankara


12 EYLÜL MAĞDURLARI (BİR KISMI) 6111 İLE GENE MAĞDUR!


12 EYLÜL MAĞDURLARI (BİR KISMI) 6111 İLE GENE MAĞDUR!

Smmm Gökhan DEDE

Geniş kesimleri ilgilendirdiği nedeniyle, sanırım, 6111 sayılı Kanun’u hemen hemen bilmeyen yoktur.

Bu Kanun kapsamında 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nin mağdurlarıyla ilgili bir madde daha vardır ki uygulanmasında bir gariplik ve haksızlık söz konusudur. Bu madde GEÇİCİ 36. maddedir.

Bilindiği üzere 12 Eylül 1980 Askeri Darbesiyle birlikte ve hatta öncesinde, daha önceki darbelerde yüzlerce insanımız gözaltına alınarak, tutuklanarak, hapislerde yatırılarak mağdur edildiler. Suçsuzlukları aylar hatta yıllar boyunca hapis yatırıldıktan sonra ortaya çıktı. Ancak olan olmuş bunlardan kimileri işinden gücünden edilmiş, ekonomik ve sosyal gelecekleri altüst edilmiş,  kimileriyse yıllarca yoktan yere hapis yatırılarak iş edinme şansları en azından bu süreler için ellerinden alınmış ve dolayısıyla sosyal güvenliğe kavuşmaları devlet eliyle engellenerek mağdur edilmişlerdir. Bu mağduriyetlerini giderici bir kanun da bulunmadığından darbe mağdurlarının mağduriyetleri devam ettirilmiştir.

 30 yıl aradan sonra, yani 2011 yılına gelindiğine kamuoyunda TORBA YASA diye adlandırılan Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması Hakkında 6111 sayılı Kanun’la 12 Eylül mağdurlarının bir kısmına belli koşullarda borçlanma yoluyla sosyal güvenlik haklarından yararlanma imkânı getirildi.

Bu Kanun’un geçici 36. maddesine göre; “13.5.1971 tarihli ve 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu uyarınca kurulan sıkıyönetim mahkemelerinin görev alanına giren suçlar nedeniyle yakalanan veya tutuklananlardan, Türk Silahlı Kuvvetlerinin yönetime el koyduğu 12 Eylül 1980 tarihinden itibaren haklarında kovuşturmaya yer olmadığına veya beraatlarına karar verilenlerin, gözaltında veya tutuklulukta geçen süreleri için kendilerinin ya da hak sahiplerinin bu durumlarını belgeleyerek bu maddenin yayımı tarihinden itibaren altı ay içerisinde talepte bulunması kaydıyla, gözaltında veya tutuklulukta geçen süreleri, talep tarihinde 82 nci maddeye göre belirlenen prime esas günlük kazanç alt sınırının % 32’si üzerinden hesaplanacak primlerinin; bu durumlarından dolayı dava açıp tazminat alanların borcun tebliğ tarihinden itibaren altı ay içerisinde kendilerince veya hak sahiplerince, tazminat almamış olanların ise Hazinece ödenmesi suretiyle borçlandırılır. Bu şekilde borçlanılan süreler Kanunun 4 üncü maddesinin birinci fıkrasının (a) bendi kapsamında prim ödeme gün sayısı olarak değerlendirilir. Ancak, sigortalılık başlangıç tarihinden önceki borçlanılan süreler sigortalılık başlangıç tarihini geriye götürmez.

“5434 sayılı Kanuna tabi çalışmakta iken 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu uyarınca kurulan sıkıyönetim mahkemelerinin görev alanına giren suçlar nedeniyle yakalanan veya tutuklananlardan, Türk Silahlı Kuvvetlerinin yönetime el koyduğu 12 Eylül 1980 tarihinden itibaren haklarında kovuşturmaya yer olmadığına veya beraatlarına karar verilenlerin, herhangi bir nedenle hizmet sayılmayan gözaltında veya tutuklulukta geçen süreleri, kendileri veya hak sahiplerinin bu durumlarını belgeleyerek bu maddenin yayımı tarihinden itibaren altı ay içerisinde talepte bulunması kaydıyla, gözaltına alındığı veya tutuklandığı tarihteki emeklilik keseneğine esas aylık derece ve kademesinin talep tarihindeki katsayılar ve emeklilik keseneğine esas aylığın hesabına ait diğer unsurlar ile kesenek ve karşılık oranları esas alınmak suretiyle hesaplanacak borçlanma tutarının altı ay içerisinde kendilerince veya hak sahiplerince ödenmesi halinde hizmet sürelerine eklenir. Borçlanılan süreler 5434 sayılı Kanunun geçici 205 inci maddesine göre yaş tespitinde dikkate alınmaz.

“Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihe kadar, kendi sigortalılıklarından dolayı sosyal güvenlik kanunlarına göre gelir veya aylık bağlanmış olanlar ile birinci ve ikinci fıkra kapsamında sayılan söz konusu süreleri herhangi bir şekilde sigortalılık hizmeti olarak değerlendirilmiş olanlar bu madde uyarınca borçlanamazlar. Sosyal güvenlik kanunlarına göre gelir veya aylık bağlanmayan ya da toptan ödeme yapılmak suretiyle hizmetleri tasfiye edilenlerden borçlanacakları bu süreler ile birlikte emekli veya yaşlılık aylığına veya gelire hak kazanacak olanlara, geçmişe yönelik aylık ve farkı ödenmez. Bu maddenin birinci ve ikinci fıkrası kapsamında borçlandırılan süreler emekli ikramiyesi hesabında dikkate alınmaz.”

Maddenin özellikle birinci fıkrasının son cümlesine göre tutukluluk halinden önce sigortalı olmayanların sigortalılıkları daha sonra sigortalı olmaları durumunda sigortalılık başlangıç süreleri geriye götürülmez!

 Şimdi tam da burada sormak gerekiyor:


Sayın yetkililer, sayın kanun yapıcıları, vatandaş sigortalılık yaşına ya da memur olabilecek yaşına gelmişken suçlu olup olmadığı henüz belli değilken siz onu tutup yoktan yere, suçsuz günahsız aldınız içeri, hapse attınız, işkencelerden geçirdiniz, yargılama sürecini de bir türlü erken bitiremediniz. Bu durumda vatandaş, çektiği bunca sıkıntılar yetmiyormuş gibi birde yine sizin(devletin) yüzünüzden sosyal güvenceden de yoksun kaldı. Şimdi bir kanun çıkarmışsınız diyorsunuz ki; ey vatandaşım seni tutukladığım tarihten önce bir sosyal güvenlik kurumuna kayıtlı isen aradaki süreyi borçlandırırım emekliliğine sayarım ama eğer seni tutukladığım tarihte değil de salıverdiğim tarihten sonra bir sosyal güvenlik kurumuna tabi olarak çalışmaya başlamışsan, başvuru yapman durumunda ben seni borçlandırırım, primlerini devlete ödersin, ama senin sigortalılık süreni seni tutukladığım tarihe kadar geri götürmem! Kusura bakma. Niye? kanun müsait değil!

Bunu Genelgeden bir örnekle açıklayalım: “20.05.1988 tarihinde 506 sayılı Kanun kapsamında çalışmaya başlayan ve toplam 4000 prim ödeme gün sayısı bulunan sigortalı 1402 sayılı Kanun kapsamında tutuklulukta geçen 22.09.1980–25.11.1982 tarihleri arasındaki süresini borçlanma talebinde bulunmuş, yapılan incelemede tazminat almadığı anlaşılmış olup, 22.09.1980-25.11.1982 tarihleri arasındaki 783 gün, toplam gün sayısına ilave edilecek, sigortalılık süresi ilk işe giriş tarihinden geriye götürülmeyecektir.”

Yine deniyor ki; kendi sigortalıklarından dolayı 25.2.2011 tarihine kadar sosyal güvenlik kanunlarına göre gelir veya aylık bağlananlara, tutuklulukta geçen sürelerle ilgili bir hak tanınmayacaktır. Ayrıca, 12.9.1980 tarihinden önce haklarında beraat veya kovuşturmaya yer olmadığına karar verilenlerin tutuklulukta geçen bu süreleri de borçlandırılmayacak ve herhangi bir hak talepleri olmayacaktır!

Sizce de burada bir haksızlık yok mu?

 SMMM Gökhan DEDE

SUÇLULAR, PARA VE OY KARŞILIĞI AFFEDİLDİ, ..YOR, …ECEK!


SUÇLULAR, PARA VE OY KARŞILIĞI AFFEDİLDİ, ..YOR, …ECEK!

Konunun başlığını şimdiki zamanlı, geniş zamanlı ve gelecek zamanlı kullandım.

Neden derseniz, bu ülkenin yönetenleri bunu hep yaptılar, yapıyorlar. Ve bundan sonra da yapacaklarına olan inancım tamdır. Bazen düşünüyorum: Acaba bu suça herkes mi ortak, ya da bunların hepsi mi suçluluk kompleksinde, yoksa gelecekte bunlardan bir beklentileri mi var? Değilse amaç parayla hırsızları affetmek mi!?

Bütün bunlar hakkında herkes farklı düşüne bilir ama, tepki göstermesi gerekenlerden de ses çıkmaması, çıkmayacak gibi görünmesi yadırganmakta …...

Tüm ülke kamuoyunun bildiği üzere, ünlü naylon faturacılara ve naylon fatura tüccarlarına defalarca para karşılığı “tutuklamama ve af” garantisi verildi!

Bu arsız-hırsızların ne kadarının bu garantiden yararlandıklarını çok kesin olarak bilmiyoruz. Ancak ortada bildiğimiz bir gerçek var: Bu ünlü naylon faturacılardan kimileri bu memleketi ve ekonomisini yönettiler, yönetmeye devam edenleri de vardır. Ancak, olayın en hazin yanı bu türden olaylara karışan bazı kendini uyanık, hatta gözü açık sanan birkaç fırsatçı garibanın, ekonomik olarak her şeylerini kaybettikleri yetmezmiş gibi, hapishanelerde çürümeye devam ediyorlar. Eşleri, çoluk çocukları per perişan,… Madem bir iyilik(!) yapıyorsunuz bari hapishanelerdeki bu garibanları da kapsama alın!

Bunları kapsama almıyorsanız bu, “yiyen için kurtulur, kap yıkayan tutulur”, atasözüne haklılık kazandırıyor.

Anlaşılan, yakayı ele vermemeyi becerenler ya da korunanlar seyr-ü sefalarına dün olduğu gibi bundan sonra da devam edecekler!

İlginçtir, tüm o naylon fatura tüccarlarını, kara para aklayıcıları hakkında kitap yazan yazarlar tek tek gözaltına alındılar, bunula da kalınmadı tutuklanarak deliğe tıkıldılar! Hırsızlarla ortaklık bağlamında değerlendirilince sizce de ilginç değil mi?

Ya bakkaldan ekmek, pastaneden baklava, marketten sigara çalan çocuklar….

İstanbul’dan değerli meslektaşım Smmm Kenan Uğur yazmış, hatta yazmakla da kalmamış adeta meslek örgütlerimize doğru yüzünü dönerek: Stok beyan eden ve matrah artışı yapanlar incelemeden kurtulacak. Torba yasa, hazineden çalanları affettiğine göre hapishanedeki hırsızlarında haklı olarak bu temelde af beklentisine girebileceklerini düşünüyorum. Yetmiş beş milyon insanın hakkını çalmak daha hafif  bir suç  değildir. Üstelik bu Yasa emeğiyle geçinenlerin elindeki kıytırık haklarını bile götürüyor. Bizim meslek örgütü de(TÜRMOB ve odaları kastediyor) herhangi bir karşı koyuş göstermiyor. Nerede meslek ahlakı,?  ...Nerede kayıt dışına naylon faturaya karşı tavır.”  Diye bağırmış!

Herkesin bir suçlusu var ve onu korumakta, düşüncesine katılmıyorum ama, bizim TÜRMOB ve odalarımız da kendi suçlularını affettirmek için diğerlerinin suçlularına ses çıkarmadılar. Çabucak davranıp, Torba Yasa’nın içine bir teklif de bizim yöneticilerimiz attılar. Kabul gördü. Bizimkinde tam af! Oysa, gerçek anlamda zor durumda olan meslektaşlarımız saptanarak borçlarının (affı değil) silinmesi bizim genel kurullarımızda sağlansaydı, mesleki dayanışmanın onurlu bir ifadesi olurdu.

Smmm Gökhan DEDE-10.03.2011