Sayfalar

5 Aralık 2006 Salı

VERGİ İADE SİSTEMİNİN KALDIRILMASI, VERGİDE KAYIP VE KAÇAĞI ARTIRIP

VERGİ İADE SİSTEMİNİN KALDIRILMASI,
 VERGİDE KAYIP VE KAÇAĞI ARTIRIP, KAYIT DIŞILIĞI KÖRÜKLER Mİ?

SMMM Gökhan Dede -  05.12.2006
 Halk dilindeki yerleşik ifadesi ile “vergi iadesi”, diğer adıyla “özel gider indirimi” uygulaması özünde, iade talebinde bulunacakların alım yaptıkları ödevlilere ödettikleri verginin bir kısmının kendilerine (işçiye, memura, emekliye) verecekleri hizmet karşılığı geri ödenmesidir. Ancak bunun bazı koşulları vardır. Bu koşullardan ilk akla geleni; “ne kadar fiş-fatura o kadar vergi iadesi,” mantığıdır. Bunun anlamı, devletin, vergi toplamanın bir aracı olarak çalışanlarını vergi denetleyicisi olarak kullanmak istemesidir.
 Bu hedefe ulaşmak için 2978 sayılı Vergi İadesi Hakkında Kanun (VİK),  02.02.1984 tarihinde TBMM’nde kabul edilerek 08.02.1984 tarih ve 18302 sayılı T.C. Resmi Gazete’de yayımlanmış ve büyük bir umutla yürürlüğe konmuştu.
Kanun’un amaç ve kapsamı (İlk şekli); “Tam mükellefiyete tabi olup, ücret geliri elde edenler, ticari, zirai (küçük çiftçi muaflığından yararlananlar dahil) veya mesleki kazançları nedeniyle gelir vergisine tabi olan mükellefler, emekli, maluliyet, dul ve yetim maaşı alanlar ile bunların eş, çocuk ve bakmakla yükümlü oldukları kimselerin; kamu idare ve müesseseleri, gerçek usulde vergilendirilen gelir vergisi mükellefleri ve kurumlar vergisi mükelleflerinden (Kurumlar Vergisi kanununu 7. maddesi ile vergiden muaf tutulmuş kurumlar dahil) aşağıda yazılı mal ve hizmet alımları vergi iadesine tabi tutulur.
  1. Dayanıklı tüketim malları alımları,
b.      Yiyecek içecek giderleri (sigara ve alkollü içkiler hariç),
c.       İkamet edilen konuta ait yakacak giderleri,
d.      Her türlü giyim giderleri,
e.       Sosyal güvenlik kurumları veya işverenler tarafından karşılanmayan sağlık giderleri,
f.        Eğitim ve öğretim, anaokulu, kreş giderleri,
g.       Vekalet ücretleri,
h.       Mesken olarak kullanılan konutların kira bedelleri,
i.         Ulaştırma giderleri.
Yukarıda sayılan mal ve hizmet alımları, fatura, serbest meslek makbuzu, kamu idare ve müesseseleri tarafından verilen belgeler ve birden fazla bağımsız bölümü muhtevi (olan) binalarda münhasıran ortak yakacak giderlerinden müstakil (bağımsız) birim başına isabet eden gideri gösteren belgelerle tevsik edilir.”  Şeklinde idi.
Kanunun yukarıda belirtilen amaç ve kapsamından; mal ve hizmet alışverişlerinde VUK’na göre geçerli ve Kanun kapsamında olan diğer her türlü belge alımını özendirmek ve kayıt dışı ekonomi ile mücadelede bu sistemi bir oto kontrol mekanizması olarak çalıştırmak olduğu anlaşılabilir. Bu uygulama ile vergi gelirlerinin artırılması yanında, sistemden yararlanacak olanlara da ek bir gelir elde etme olanağının sağlanması amaçlanmıştı. Uygulama sayesinde devlet; vergi gelirlerinin artırılması, belge düzeninin oturtulması ve belli ölçülerde de vergi denetiminin ücretsiz memurlarını yaratmayı hedeflemişti. Yaklaşık 22 yıldan beri uygulanmakta olan vergi iade sistemi ile; vergi mükelleflerinde vergi verme, vatandaşların ise belge alma konusunda belli oranda bilinçlenme sağlanmıştır. Vergi sistemine de belli bir katkı yaptığı ve özellikle KDV ve ÖTV gibi dolaylı vergi tahsilatlarında artış sağlandığı görülmektedir. Ancak sistemin zaaflarından yararlananlarca sahte belge kullanımının, hatta ticaretinin yapıldığı ve sistemin doğru biçimde işletilmesinin aksatıldığı da bir gerçektir.
Satın aldıkları mal ve hizmetler için ödedikleri bedel üzerinden kazanç elde edenlerin bu kazançları üzerinden hesaplanacak vergilerin (Gelir, kurumlar, KDV) tahakkukunun yapılmasının gerçekleştirilmesinde vatandaşların yardımcı olmaları amaçlanmakta idi. Belki de; işçisine, memuruna, emeklisine yeterli ücret artışını sağlayamayan devlet bu yolla, bu vatandaşlarına belli bir kazanç kapısı açmayı amaçlamıştı!

 Kanun kapsamından anlaşıldığı kadarıyla sistemden ilk başlarda sadece işçiler ve memurlar değil, serbest meslek ve ticaret erbabının da yararlanması söz konusu idi. Ancak, daha sonraları bu uygulamanın kapsamı giderek daraltıldı. Tüccar, serbest meslek erbabı ve esnaf kesimine uygulanan vergi iadesi sistemi bu kesimler için uygulamadan kaldırıldı. Sadece ücretlilere ve emeklilere vergi iade sistemi yürürlükte kaldı. Ancak bunlar için de mal ve hizmet alımlarında sınırlamalara gidildi. Zaman geçtikçe sistem etkisizleştirildi. Hem iade oranlarında hem de iadeye konu mal ve hizmet çeşidinde daraltılmaya gidilerek, sistemle hedeflenen amacın dışına çıkılmaya başlandı.  Belli mal ve hizmetlerin vergi iade kapsamı dışına çıkarılması ile, kamu oyunda bu mal ve hizmetleri üretenlerin ve satanların korunduğu sanısının oluşmasına sebep olundu. Bugün gelinen noktada, Kanunla kapsamı oldukça geniş tutulmuş olan vergi iadesine konu mal ve hizmetlerden sadece yiyecek, giyecek, sağlık, konut kirası ve eğitim-öğretim harcamaları kalmıştır.

            Oysa, belge toplanmanın etkin bir mücadele aracı olan vergi iade sistemi daha kapsamlı ve etkin hale getirilseydi, hem vergi kayıp ve kaçakları ile (dolayısıyla kayıt dışı ekonomi ile) hem de kayıt dışı istihdama eğilimle mücadelede etkin bir enstrüman yaratılabilirdi. Şunu kabul etmek gerekir ki; kayıt dışı ekonomi ile kayıt dışı istihdam birbirinin destekleyicisidir. Kayıt dışı istihdam sağlayanların belgeli mal almalarını ve satmalarını beklemek aşırı iyimserliktir. Bu malları belgesiz alıp belgeli satmak zorunda kalanların ise, naylon fatura alımına yönelecekleri bir gerçektir.

            01 Ocak 2006 tarihinden itibaren emeklilere vergi iadesi kaldırıldı. Emekliler tarafından alınan fiş ve faturaların bu kesime vergi iadesinde kullandırılmaması, bu belgelerin bu defa hak etmemiş kimseler tarafından kullanılabileceğinden haksız vergi iade kazançlarına neden olabileceği düşünülürken, 01.01.2007 tarihinden itibaren ücretli çalışanlara da vergi iade uygulamasının kaldırılacağı gündeme oturdu. Emeklilerden sonra işçi ve memurlara da vergi iadesinin kaldırılmasının gerçekleşmesi halinde ülkemiz maliyesinin milyarlarca YTL vergi kaybına (KDV, GV, KV vd.) uğrayacağı kolayca hesaplanabilecektir.

            Hal böyle olunca; emeklilerden sonra diğer ücretli çalışanlara vergi iade sisteminin kaldırılması ile, alıcı ile satıcı arasında fiyat (vergi) pazarlıkları gündeme gelecektir. Sonuçta “belge almama” olgusu nihai tüketicilerle mal ve hizmet satıcıları/alıcıları arasında gerçekleşeceği gibi, alım satım amaçlı mal ve hizmet alıcıları/satıcıları arasında da gündeme gelecektir. Böylece vergi gelirlerinin ciddi boyutta azalmasına, vergi kayıp ve kaçağının artmasına her iki durumda da sebep olunacaktır. Gerekli önlemler alınmaz ise bu kaybına ileriki yıllarda kayıp daha da artacaktır. Bu doğal bir sonuç olacaktır. Dolayısı ile olay sadece kayıt dışılığın artması ile kalmayacak, kayıt dışılıkla mücadeleye büyük bir darbe vurulacaktır. Çünkü, bugüne kadar yapılan denetimlerden anlaşılmıştır ki, mevcut vergi elemanları ile yapılan denetimlerle kayıt dışılığı önlemek mümkün olmadığı gibi, vergi kayıp ve kaçağının önüne geçme konusunda etkin bir mücadele verilememiştir. Verildiği iddia edilen çalışmalardan ise beklenen olumlu sonuçlar alınamamıştır.
Yetkililerce vergi iade uygulamasından amaçlanan faydanın sağlanamadığı hep söylendi. Sistemin kötüye kullanıldığı öne sürüldü. Zaman zaman bu işin tüccarlığını (sahtekarlığını demek istiyorum) yapanlar da olmadı değil. Sonuçta bu olumsuzlukları giderebilmek veya en aza indirebilmek için; sağlıklı işleyen bir sistem ve etkin bir denetim gereklidir.

Yetkililerin ileri sürdükleri gerekçeler, bize “Şu okullar olmasaydı Milli Eğitimi kolayca yönetirdim” diyen Milli Eğitim Bakanı’nı anımsatıyor.

Türkiye’nin artan nüfusuna karşın vergi mükellefi sayısının artmaması (tekelleşme olgusu dışında), gelir ve kurumlar vergisi mükellefi olması gerekenlerin kayıt dışında kalması ve bunların oranının artmasına karşın, alışverişlerin büyük bir kısmının kayıt içine çekilmesi vergi iade sistemi ile gerçekleşmiştir. IMF, vergi iade sisteminin kaldırılmasını ve seviyesinin yüksek olduğu nedeniyle asgari ücretin artırılmamasını istiyormuş. Bu durumda; bütün bunlar ortadayken, başarılı olmuş, benimsenmiş bu sistemden sırf IMF istiyor diye vazgeçmek, bütçeden ödenen bu paraların fiş toplayan halk yerine faizcilere aktarılması anlamı çıkmaktadır. Oysa IMF, ödenen vergi iadesi tutarı ile, bu ödeme karşılığında sağlanan vergi gelirini kıyaslayamayacak durumda değildir. O halde, bu bahane gerekçenin ardında başka gerekçelerin yattığı düşünülmelidir.

            Bütün bunları bir arada ve aklıselim biçimde değerlendirdiğimizde; vergi iade sistemini kaldırmak yerine;
-         İadeye konu mal ve hizmet sınırlaması kaldırılarak, vergi tahsilâtına kaynak sağlayan tüm harcamaların iade kapsamında değerlendirilmesi sağlanmalı,
-         Vergi iade oranları artırılarak belge alımı özendirilmeli, 
-         Bu sisteme kayıt dışı ile mücadelenin ve vergi bilincinin yerleşmesinin bir aracı olarak bakılmalı,
-         Sistem, yılda bir defa değil, üçer aylık dönemlerde yapılacak beyanlara göre ödenmeli.
-         Vergi ahlakını yerleştirmek için kumar alışkanlığı yaratacak uygulamalara başvurmadan olası sahtekârlıkları caydırmak (önlemek) için halen 129 YTL olan ceza uygulamasının artırılması ve kararlı bir şekilde uygulanması, gerekmektedir.
Çözüm; vergi iade sisteminin kısmen dahi olsa kaldırılmasında değil, daha etkin ama yaygın bir hale getirmesindedir. 

Her kime sorulsa “yıllardır işçilerin, memurların ve emeklilerin ücretleri doğru dürüst artırılmamaktadır,” yanıtı alınır. O halde, vergi iade sistemi ile bu kesimlere (az dahi olsa) bir ekonomik katkı yapılabiliyorsa, ve bu insanlar vergi kayıp ve kaçağının önlenmesinde ücretsiz tahsildarlar olarak çalışıyorlarsa, bu ülkeye ve bu insanlara bu iyiliği yapmak istemeyenler kimler? 
-         Bu sistemin kaldırılmasını isteyenler mi?
-         Vergi kayıp ve kaçağından ve kayıt dışılıktan yana olanlar mı?
-         Vergi iade uygulamasını kendileri için bir külfet olarak gören işverenler mi?
-         Bütün bu işlerin angaryasını üstlenmiş olan muhasebeciler mi!
-   Yoksa, “işçi, memur ve emeklilerin fiş-fatura toplama çilesine son vermek istediklerini” söyleyen (iddia eden) yetkililer mi?
Ne dersiniz?
Sonuç olarak diyebiliriz ki; sistemden vazgeçilmesi halinde, kayıt dışı işlem sayısı
artacaktır. KDV, ÖTV ve dolayısıyla gelir ve kurumlar vergisi tahakkuk ve tahsilatı azalacaktır. Bütün bu azalmalar karşısında Hükümet, (özellikle son yıllarda %72’lere kadar yükselen) dolaylı vergileri daha da artıracaktır.

Bunun sonucunda ise sadece namuslu, dürüst vergi mükellefleri ve fiş-fatura alan vatandaşlar vergi ödeyeceklerdir. Haksızlığa uğradıkları gibi ayrıca zarar da göreceklerdir.
O halde, vergi iade sisteminden beklenen faydanın sağlanamadığını beyan eden yetkililer;
-         Vergi iade sisteminden şimdiye kadar ne kadar içi, memur ve emeklinin yararlandığını,
-         Devletin bu sistemden artı olarak ne kadar vergi topladığını,
-         Toplam ne kadar vergi iadesi ödediğini,
-         Sistemden kimlerin ne kadar haksız kazanç elde ettiğini,
-         Haksız kazanç elde edenler için ne gibi cezai işlem yapıldığını,
istatistik verilerle kamuoyuna açıklamalıdırlar.
Sonuç olumsuz ise, vergi iade sistemini kaldırmak için gösterdikleri gerekçelerinde ancak o zaman inandırıcı olacaklardır.
SMMM Gökhan DEDE



20 Kasım 2006 Pazartesi

17. DÜNYA MUHASEBE KONGRESİ İZLENİMLERİMDEN                                  
SMMM Gökhan Dede*20.11.2006

Bilindiği üzere ilki 1904 yılında ABD’de yapılan Dünya Muhasebe Kongresi, dört yılda bir düzenlenmektedir. 17’ncisi ise 13-16 Kasım 2006 tarihlerinde İstanbul’da Lütfü Kırdar Kongre Merkezi’nde yapıldı. Kongre, IFAC üyesi olan Türkiye Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler ve Yeminli Mali Müşavirler Odaları Birliği (TÜRMOB) ile Türkiye Muhasebe Uzmanları Derneği’nin (TMUD) ev sahipliğinde IFAC (Uluslar arası Muhasebeciler Federasyonu) işbirliği ile yapıldı.

Bu yazıda bütün bir Kongre’yi değerlendirmek gibi bir iddiam ve amacım yoktur. Sadece izleme olanağı bulduğum oturumlar hakkındaki bazı izlenimlerimi aktarmak ve değerlendirmelerimi paylaşmak istedim.

112 ülkeden 3.500 yabancı ve 2.100 yerli katılımcı olmak üzere toplam 5.600 kişinin  katıldığı (Bilgi:Türmob - Bilanço Dergisi Sayı 122), açılış konuşmalarını IFAC 2004-2006 Dönem Başkanı Graham Ward, TÜRMOB Genel Başkanı Mehmet Timur, TMUD Başkanı Masum Türker, Organizasyon Komitesi Başkanı Prof. Dr. Recep Pekdemir ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, kapanış konuşmalarını ise IFAC 2006-2008 Dönem Başkanı Fermin del Vale ve Maliye Bakanımız Kemal Unakıtan’ın yaptığı Kongre’nin, Dünya Muhasebe Olimpiyatları olarak da değerlendirilmesine karşın, ülkemiz yazılı ve görsel basın-yayın dünyasında yeterli olarak yer almaması dikkat çeken bir olguydu.

Ana konusu, “muhasebenin ve muhasebe standartlarının ülkelerde uygulanabilirliği” ve ana teması ise, “Dünya Genelinde Ekonomik Büyüme ve İstikrarın Sağlanması İçin Muhasebe Mesleği” olan Kongre’nin “ana oturum konuları” üç başlık altında toplanmıştı.

1)      Gelişmekte Olan Ülkelerde Muhasebe Mesleği ile Ekonomik Büyüme ve İstikrarın Sağlanması,
2)      Dünya Genelinde Sermaye Piyasalarında İstikrarın Sağlanması ve Muhasebe Mesleği,
3)      İş Hayatında Profesyonel Muhasebe Mesleği ile Katma Değer Yaratma. 

14-16 Kasım 2006 günlerinde, çeşitli konu başlıklarından oluşan otuz beş adet paralel oturum yanında eş zamanlı olarak 6 adet de “Türkiye Forumları” düzenlendi.

Tüm ülkelerde tek bir standardın mı, yoksa her ülkenin kendine özgü koşullarına uygun (bölgesel) standartların yapılarak uygulanması mı gerektiği boyutu ağırlıklı olarak tartışıldı.

Değişik ülkelerden gelen temsilciler, genellikle muhasebenin kendi ülkelerindeki uygulamalarını ve standartlara nasıl uyum sağlayabileceklerini/sağlayabildiklerini anlatmaya çalıştılar. Hatta ülkelerinin gelişmişlik düzeylerini, ihracat oranlarını, döviz rezervlerindeki artışları, ülkelerinin yabancı sermaye için ne kadar cazip olduğunu/olabileceğini, ekonomik büyüme oranlarını ve hatta ülkelerine ne kadar yabancı sermaye çektiklerini, kaç yabancı firma kabul ettiklerini (Örneğin Çin 540), milli gelirlerinin nüfusa oranlarını, borsaya açılışlarını, finans hizmet sektörlerini yabacı sermayeye açmakta olduklarını ve sermaye liberasyonundan bahsederek standartları hazırlamaya başladıklarını anlattılar.

Bazı konuşmacılar, ülkelerin kendilerine has özelliklerinden kaynaklı sorunlar yaşanabileceğini vurguladılar. BAE Temsilcisi Abbas Ali Mirza ise, “standartları koyanların, standartların uygulanmasını istedikleri ülkelerin koşullarına dikkat etmediklerini, sadece “uygulayın” dayatmasında bulunduklarını belirterek, “farklı ekonomiler ve farklı kültürler var, bize anlayabileceğimiz, uygulayabileceğimiz standartları yapın. Bunları kaç kişi anlayabilir ve uygulayabilir?” Biçiminde konuşmaktan kendilerini alamadılar.

“Global standartlar oluştururken bunların uygulanmasını istediğiniz ülke gelenekleri vb. koşulları karşısında uygulanabilirliğini düşünmeniz gerekir. Standartlarda farklı yol göstermeler sağlanmalıdır. Standartları anlamaları için tüm insanların süper zekâlı ve anlayışlı olmasını beklemeyin.” Şeklinde değerlendirmeler yapılırken, “Yüksek kaliteli bilânçolar için hükümetlerin bütün standartları benimsemesinin gerektiği” tezi savunulan görüşler arasındaydı.

Kongre’ye katılan birçok ülke temsilcilerinin ifadelerinden ülkelerinde, “muhasebe standartlarının ya henüz hiç uygulanmadığı ya da tam olarak uygulamaya geçmedikleri” gözlemlendi. Hatta bazı temsilciler tarafından ülkelerin kendi ülke standartlarını belirlemeleri gerektiği de vurgulandı.

Ağırlıkla üzerinde durulan, tartışılan ve dikkat çekilen konulardan birisi KOBİLERE (Küçük ve Orta Ölçekli İşletmeler) ilişkin standartların oluşturulması idi. Bu konuya ilişkin izlediğim oturumlarda öne çıkan (konu başlıkları diyebileceğim), aklımda kalan ve not alabildiğim değerlendirmeler özetle şu başlıklarda toplanıyordu.

·        Kobilerde de global standartlara ihtiyaç vardır. Bunun bir gerekçesi, krediler veriliyor olmasıdır.
·        Kobilerde standartlara uygun muhasebenin yapılması yatırımcılara güven verecektir. Karşılıklı olarak düşünüldüğünde buna gereksinim vardır.
·        Kobiler çok fazla kamusal sorumluluğu olmayan firmalardır. Çünkü borsaya kote değillerdir. Hangi büyüklükteki firmalara standartlar uygulanacaktır? Örneğin 50-100 işçi çalıştıran firmalara mı?
·        Kobiler için standartların bir geçiş dönemi olmalı mı?
·        Standartlar Kobilere yol gösterici olmalı. Standartların kolay biçimde uygulanması için farklılaştırılarak külfet oluşturmayacak biçimde hafifletilmelidir.
·        Kobilerin uygulanmasını istemedikleri standartlar belirlenmelidir. Örneğin, yeniden değerleme yapmamak gibi.
·        Kobilerin de denetçiye denetletilmeleri gerekir. IAS bunun gerekliliğine inanıyor. Buna önce Kurulun inanması gerekir. Aksi halde başka bir kurulun oluşturulması gerekir. 
·        Hukuk sistemlerinin farklı olmasının söz konusu olabileceği açık, ama bu standartların uygulanması gerekir.
·        Kobilerde IFRS’ye benzer bir uygulama yapılmalı mı? Böyle olması durumunda ülkelerin durumu dikkate alınmalı mı?
·        Aynı dil kullanılmalı mı?
·        Kobiler için yapılacak standartlar, finansal tablo kullanıcılarının gereksinim duyacakları asgari bilgileri ve mutlaka açıklanması gereken konuları içermeli. Örneğin, “ertelenen vergi” bunlarda (kobilerde) önemli olmayabilir.
 
Türkiye’de kobilerle ilgili “muhasebe standarları” çalışmalarının hangi aşamada olduğu merak konusudur. TMSK (Türkiye Muhasebe Standartları Kurulu)’nun web sitesinde bulunan konu başlığı açılamadığından insanlar bilgilenememektedirler.

Ana konusu muhasebenin ve muhasebe standartlarının ülkelerde uygulanabilirliği olan
Kongre’de her sektör için ayrı veya farklılaştırılmış, hafifletilmiş standartların uygulanması tartışılırken, bunları uygulayacak olan muhasebeciler (emek unsuru insan) konusunda bir değerlendirme ve öneri (izlediğim kadarıyla) pek yapılmadı!

Görüleceği üzere burada da olaya sadece “işletmeler” açısından bakılıyor. Muhasebeciler olayın neresinde o belli değil, vurgulanmıyor. Bunun üzerinde duran yok. Kobiler açısından belli kolaylıklar getirilmesi biçiminde öneriler vardı. Ancak, bu durumda bile muhasebeciler için yeni bir sıkıntı, ek bir çalışma ve yük getirilmektedir. İş yükü ve uğraşı (verilecek emek) artıyor. Ama muhasebeci açısından yeni bir ekonomik getiri önerilmiyor! Bu bağlamda, Kongre’ye katılan bazı ülke ve kurum temsilcileri muhasebe uzmanları, işveren temsilcileri gibi ve onlar adına konuşmaktan kendilerini alıkoyamadılar.

Ülkemizde çeşitli kurumlarca (SPK, BDDK, EPDK, Maliye Bakanlığı Vd.) (sektörel) farklı standartlar uygulanıyor. Tek düzelik sağlanamıyor. Her kurum için farklı finansal tablolar çıkarmak muhasebeciler için ek bir uğraşı ve emek gerektiriyor. Hem de karşılıksız. Kongre’de (izlediğim oturumlarda) bu konuda da muhasebeciler için düşünülebilecek kolaylıklar tartışılmadı.

Oysa bu durumda kuralları uygulayacak yetişmiş muhasebecilere ve alt yapıya gereksinim vardır. Mali tabloları hazırlayanlar her zaman profesyonel muhasebeciler olmayabilir. Ancak bunların her zaman yardıma gereksinimleri de olabilir. Uluslar arası muhasebe standartları zaman zaman yenileniyor, güncelleniyor, değiştiriliyor. Bunları izlemek için yabancı dilin önemi bir kez daha ortaya çıkmış bulunmaktadır, bu kongrede olduğu gibi. Standartların iyi çevrilmiş (tercüme edilmiş), anlaşılır ve basit olması önemlidir. Adil değer baz alınarak kullanılmalı. Bu her zaman yeterli mi? Maliyet bedeli saptamak yüksek maliyet demektir. Adil değer tespiti ne kadar doğru ve adil olacaktır?

Kongrede işletmeler için nerede ve ne zaman daha iyi katma değer yaratılacağı tartışıldı. İşletme yönetiminde profesyonel muhasebecinin önemi vurgulanmaya çalışıldı. Konuşmacılardan Barbara Thomas Judge, “her meslek mensubunun bu mesleğe girmeden önce en az üç yıl muhasebe okuması gerektiğini vurgulayarak, kendi oğluna da önce muhasebe okumasını önerdiğini söyledi. İşletmelerde yönetim kurulu üyelerinden en az birisinin mutlaka profesyonel muhasebeci olması gerekir, işletmelerde karar verme sürecindeki insanların (yöneticilerin) kaç tanesi muhasebecidir acaba? Muhasebeci işletmelerin yaşamında vazgeçilmez bir unsurdur. Hükümetlerin katma değer yaratılması konusundaki yaklaşımları çok önemlidir. Bunun araştırılıp sorgulanması gerekir. Hükümetler ve muhasebeciler (vatandaşlar) arasında şeffaf bir yaklaşım olmalıdır.” Diyerek, Kongre’de muhasebecinin önemini vurgulayan (izlediğim) belki de tek konuşmacıydı.

Konuşmacılardan John Hegarty, “Dünya Bankası dünyada fakirliği önlemek için kurulmuştur.! Asya ülkelerinin bilançolarına baktım, ve başarısızlıklarının standartsızlıklarından kaynaklandığını gördüm. Yabancı sermayenin ülkeye çekilmesi lazımdır ve bu ülkelerin fakirliği ancak bu şekilde ortadan kaldırılabilir. Yüksek kaliteli bilânço, iyi bir alt yapı gerektirir. Uluslar arası standartlara ulusal destek lazımdır. Aksi halde bunlar “off shore” olurlar.” Şeklinde bir değerlendirmede bulundu.

Bir (Afrika) ülkesi temsilcisi Aziz Deye, “Standartlar tohumlar, çalışmalarımız su ve topraktır,” biçiminde değerlendirme yaparken, Prof Dr. Charls Calhoan “İşverenle golf oynamaya gitmeyin. Kuşkucu bir yaklaşımla denetime devam edin. Ama işverenin masum olduğu duygusuyla işe başlayın.” Dedi.

Kongre boyunca oldukça önemli konuları içeren oturumlarda çok değerli uzmanların konuşmalarını ve değerlendirmelerini izledik. Konu başlıklarına ve verilen mesajlara bakıldığında muhasebe standartlarının ülkeler ölçeğinde uygulanması ön plana çıkarıldı. Muhasebenin bilimsel tanımı ve esas işlevinden uzak, daha çok küresel sermayenin gereksinimleri doğrultusunda; “daha iyi muhasebe nasıl yapılırın,” ve “muhasebenin nasıl daha işlevli kullanılabileceğinin” hesaplarının yapıldığı Kongre’de kimse doğru dürüst muhasebeciden, onun işlevinden ve öneminden pek bahsetmedi. Yani insan unsuru ön plana çıkarılmadı. Muhasebe ve muhasebe standartlarının oluşturulmasının bir amacı, kamu düzenine güveni sürekli kılarak, istikrarlı sermaye piyasalarıyla küresel sermayeye kaynak aktarmaktır. Muhasebe ve oluşturulan standartlarla kapitalistlere “nasıl daha iyi hizmet edilebileceğinin, işverenlere nasıl daha fazla fırsat sağlanacağının, katma değer yaratılacağının” tartışıldığı Kongre’de, muhasebenin ürettiği bilgilerden yararlanacak olanların sadece “iş dünyası” olduğu öne çıkarılıyordu. Bu bilgilerden toplumun diğer kesimlerinin de yararlanması gerektiğinin göz ardı edildiği izlenimi uyandı bende. Kongrede, işletmelere hizmet öncesinde, sırasında ve sonrasında hizmete ilişkin temel olan ve detaylar içeren kuralların, zaman zaman da örnek uygulamaların ve tasarımların, öngörüler de gündeme getirilerek tartışmaktan öte paylaşımı sağlamak öne çıktı diyebilirim. Bunun haricinde muhasebecinin sorunlarının satır aralarında bile olsa öne çıkarılmamasının nedeni, (her halde) bu Kongre’nin, insan unsuru muhasebecinin, yani “muhasebeci kongresi” değil de, “muhasebe kongresi” başlıklı olmasından kaynaklanıyordu!

Kongre’de ağırlıkla muhasebe ve muhasebe standartlarının önemi ve uygulanabilirliği üzerinde durulurken; ticari işletmelerin görevlerinin sadece kar elde etmek ve vergi ödemek olmadığı, aynı zamanda işletme için katma değer yaratmak olduğu, yapılan muhasebenin ve çıkarılan mali tabloların vergi için değil işletmelerin amaç ve gereksinimlerine uygun hazırlanması gerektiği, muhasebecilerin ise; topluma doğru bilgi aktarmaları, sosyal sorumluluk bilinci ile hareket etmeleri, bağımsızlık ve etik kurallara uymalarının önemi öne çıkan konular arasında idi.

Ayrıca bu Kongre; muhasebenin ve muhasebecinin işletmeler ve toplum için işlevinin ve öneminin kamuya ve işverenlere anlatılabilmesi için önemli bir fırsattı diye düşünüyorum.

Bütün bunlara karşın; oldukça önemli bir çalışma. Böylesine büyük ve önemli bir organizasyonun ülkemizde gerçekleştirilmesinde yaratılan katma değer ve fayda maliyet analizi sanırım ilgililer tarafından yapılacaktır. Bu Kongreye katılabilmiş olmam nedeniyle kendimi oldukça şanslı görüyorum.

Bu nedenle; başta TÜRMOB ve TMUD yetkilileri ile IFAC olmak üzere organizasyonda emeği geçenlere, bilgi birikimlerini katılımcılarla ve meslek topluluğu ile paylaşan değerli uzmanlara teşekkürlerimi sunuyorum. Ayrıca, MMMBD’nin (Mali Müşavirler ve Muhasebeciler Birliği Derneği’nin) 3568 sayılı Yasa çıkmadan önceki ve sonrasındaki mesleki örgütlenme sürecine ilişkin yerinin ve öneminin anlatılma fırsatının MMMBD Genel Başkanı Sayın Süleyman Bilge’ye verilmesi, Mali Müşavirler ve Muhasebeciler Birliği Dernek topluluğumuz için ayrı bir gurur kaynağı olmuştur.


* MMMBD Eski Genel Sekreteri.

12 Haziran 2006 Pazartesi

SERMAYENİN VATANI OLMAZ AMA KOPARACAĞI ÖDÜNÜ OLUR

           SERMAYENİN VATANI OLMAZ AMA
           KOPARACAĞI ÖDÜNÜ OLUR

            SMMM Gökhan Dede-12 Haziran 2006

Türkiye’ye yabancı sermaye son yıllarda büyük bir hızla girdi. Bu giriş, ekonomik büyümeyi sağlıyor diye teşvik edildi, sürekli alkışlandı ve bu gelişmeyle hep övünüldü. Oysa bu biçimdeki spekülatif sermaye girişlerinin ani geri dönüşleri de yaşanmaktadır. Ayrıca bu tür yabancı sermaye akışları ulusal paranın aşırı değerlenmesine de yol açabilmektedir.  Bunun bir örneği geçmişte Arjantin’de de yaşanmıştı. Benzer gelişmeler ülkemizde de görüldü.
Geçtiğimiz Mayıs-Haziran aylarında özellikle de Haziran ayında piyasaları ciddi boyutta etkileyen finansal çözülme yaşandı. Bu çözülmenin reel sektöre etkileri derinleşti. Görüldü ki, Türkiye’nin son üç yılda bozulan dış dengeleri ve iç piyasaya yansımaları dış borçlanmadan kaynaklanmaktadır. “Cari açık finanse ediliyor, paranın sıcağı-soğuğu olmaz, sorunlar çözülüyor” mantığı ile hareket edilerek kriz görmezden gelindi. Dolayısıyla reel ekonominin krizine dönüşen çalkantının fark edilmesinde geç kalındı.
Gelinen noktada; spekülatif yabancı sermayeye verilen tüm ödünlere karşın piyasalarda Mayıs haziran aylarında yaşanan dalgalanmayı durdurmak mümkün olmadı. Üstelik bu ödünler yine kendi insanımızın aleyhine bir biçimde verildi. Adeta sıcak paraya teslim olundu diyebiliriz. YTL (Yeni Türk Lirası) %30’lara varan oranda değer kaybetti. Piyasalarda dolar, borsa, YTL dengesi ayar tutmadı. Tutturulamadı. Gelsin arkasından bir dizi sözde önlemler. Borsa’nın hali zaten bellidir. Spekülatörler bu arenadan zaten hiç eksik olmadı. Borsa her zaman olduğu gibi bir aşağı bir yukarı... Mübarek emme basma tulumba gibi. Bu arada para cambazlarının biri geliyor biri gidiyor. Hatta, gelmelerine de gerek yok oysa... Derken, dolar birden yükselişe geçmeye başladı. 9 Mayıs 2006’da serbest piyasada 1,3455 YTL (MB D.Alış 1,3124 YTL) düzeyinde olan ABD Doları, gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş piyasalara fon çıkışının da etkisiyle 1,7170 YTL’ye yükselince, Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası (TCMB) piyasaya satış yaparak müdahale etti. Dolar 1,6910 YTL seviyelerine geriledi. Taze atanmış Merkez Bankası Başkanı Yılmaz; “tedirgin olmaya gerek yok, önlemlerimizi alırız, müdahalemizi yaparız”, demişlerdi. TCMB kurdaki yükselişi frenlemek istedi ise de, 23 Haziran 2006’da 1 Dolar 1,75 YTL (MB D.Alış 1,6687 YTL) sınırına dayandı. Belli ki ilk müdahale etkili olmadı. Tekrar müdahaleler gündeme geldi. 05 Temmuzlara gelindiğinde dolar 1,54’lere (MB D.Alış 1,5350 YTL) kadar geriletildi. Sonuçta kimin cebine ne kadar para girdiğinin veya kimin cebinden ne kadar para çıktığının hesabını iyi yapmak gerekmekte…
Dolardaki dalgalanma devam ederken bu dalgalanmadan elbetteki bono piyasaları da olumsuz etkilendi. Faizler bu süreçte %20’leri aştı. Bunun anlamı; döviz kaçışını önlemek ve döviz girişini sağlamak için alınan önlemlerden biri idi. Ama işe yaradığı söylenemez. Bu durumda dövizci kazanıyor, kime kazandırılıyor, kimler eziliyor veya soyuluyor onu da Türk halkı her zaman olduğu gibi iliklerine kadar hissediyor, daha da hissedeceğe benzer.
Bu durumda esas dertlerimizden birisi de yabancı sermayeyi içerde tutabilmek endişemiz değil miydi? Ne oldu kimse anlamadı! Onlar da kaçmaya başladılar. Hay Allah, bir anda milyarlarca dolar yurtdışına çıktı. O halde şimdi bu noktaya kilitlenmek gerekmekte. Yabancı sermaye yurt dışına kaçarda Maliye Bakanlığımız tedbir almadan durur mu? Elbette ki hemen devreye girildi. “Yapmayın, etmeyin, nereye gidiyorsunuz? Bu güne kadar ne dediniz de yapmadık, hangi ödünü istediniz de vermedik, bir hata işledikse düzeltiriz, buluruz bir çaresini,” diyerek kaçışı engellemek için çare aranmaya başlandı. Bir anlamda çare bulunmuştu. Birkaç gün önce açıkladıkları %15 gelir stopajı oranını derhal %0’a (yüzde sıfır) çektiler. Buna karşın yinede fonlarını satmaktan geri durmadılar.
Görüldüğü üzere yabancı sermayenin talepleri veya başka bir ifade ile tehditleri söz konusu olunca her şey daha çabuk ve kolay halledilebiliyor.
Oysa, Sayın Maliye Bakanı 27 Ekim 2005 tarihli demeciyle; “stopaj uygulamasında yerli-yabancı ayrımı yapmadıklarını” belirterek, “bu vergiler sabahtan akşama değişmeyecek” demişti. Maliye Bakanımız Sayın Unakıtan, 14 Haziran’daki basın toplantısında da yılbaşından itibaren yürürlüğe konan yeni sistemin “olumlu sonuçlarını” almaya başladıklarını ve halen yürürlükte olan bu vergileme sisteminde “herhangi bir değişikliğin yapılmasının mümkün olmadığını” söylemişti.
Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Sayın Ali Babacan da 16 Mayıs 2006’daki konuşmasında “ Finansal enstrümanlar üzerinde vergi konusundaki gri alanlar Gelir İdaresi tarafından en kısa zamanda netleştirilecek. Bu yılın başında yürürlüğe giren %15’lik gelir stopaj vergisinde bir değişiklik olmayacak” demişti. Görüleceği üzere her iki bakan da stopaj konusunda kesinlikle geri adım atmayacaklarını belirtmişler ve “herkesin hesabını buna göre yapmaları” gerektiğini öğütlemişlerdi.
Bütün bunlar yaşanırken Maliye Bakanı, Merkez Bankası’nın dövize müdahalesine ilişkin olarak da ”bunların olağan şeyler olduğunu, dalgalı kur sisteminde dalganın boyunun yüksek de olabileceğini belirterek, bunlar gayet tabii hususlardır,” deyerek, “yapılan düzenlemelerin küresel ekonominin gerekleri olduğunu” belirtmiş ve “herkes önlemlerini alırken bizim tersine gidecek halimiz yok,” biçimindeki özlü ve kesin ifadeyi kullanmıştı. Ancak biz henüz nereye gittiğimizi anlamış değiliz galiba!
Bütün bu gelişmeler karşısında vergi stopajı konusundaki sorun elbetteki sadece yabancılara ilişkin değildi. Yerli yatırımcılar için de bir şeyler düşünmek gerekirdi. Çünkü kısa süre sonra onların da feryatları arşa yükselmeye başladı. Eee.. haklılar elbette, sermayenin yerlisi yabancısı olur mu? Sermaye sermayedir. Ayrımcılık yapılmamalıdır. Öyle ise yerli yatırımcılar için de en azından bir indirim yapılması gerekirdi. Neticede onlar için de stopaj oranı %10’a çekildi. Yerli yatırımcılar için yapılan %10 luk düzenleme için ise Sayın Maliye Bakanımız Unakıtan; “zaten %10 meselesi kanuni bir şey değildir. Kararname ile belirleniyor. O bakımdan bu kanun çıktıktan sonra Bakanlar Kurulu’nun vereceği karardır,” diyerek, bazı kimselerin yabancılara stopaj oranının sıfırlanmasının “kapitülasyonlara” benzetilmesinin son derece yanlış bir bakış açısı olduğunu vurguladı.
Bazı kesimler, özellikle de yabancılar, başta da uluslar arası bir yatırım bankası olan Deutsche Bank, “stopajın yabancı yatırımcılar için sıfırlanmasını Türkiye açısından önemli bir adım” olarak değerlendirdi. Bunun Türkiye’den çıkan yabancı yatırımcıyı geri çekmek açısından önemli olduğu beyanatını da verdi. Bu değerlendirmelerine karşın, Türkiye’nin de içinde bulunduğu gelişmekte olan piyasalara ait 500 milyon dolarlık krediyi, “riskini çok yüksek buldukları” gerekçesi ile derhal sattılar.
Yabancılar için stopajı sıfırlayıp, yerli yatırımcılar için %10’a çeken yetkililere bir konuyu hatırlatmakta yarar görüyorum. Bunu “bir hak talebi, veya çifte standart uygulamasının mevcudiyetini hatırlatmak,” biçiminde de değerlendirebilirsiniz.
Bilindiği üzere iş vergi toplamaya geldiğinde serbest muhasebeciler, serbest muhasebeci mali müşavirler ve yeminli mali müşavirler vergi toplamanın bir aracı (!) olarak görülür. En azından Maliyenin bakış açısı bu biçimdedir. Hatta meslek mensuplarımızı maliye ile mükellef arasında bir köprü olarak görenlere, ve genel kurullarında onlara övgüler yağdıranlara şu soruyu sormak gerekir; bu meslek grupları “yurtdışına çıkabilecek, vergi kaçırabilecek, potansiyel vergi kaçakçıları” olarak görüldüğü için mi stopajı (serbest meslek gelir vergisi kesintisini) %22’lere çıkardılar ve orada tutuyorlar, yıllara yaygın inşaatlardan hala %5 stopaj uygulamasına devam ediyorlar, diye sormaktan kendimi alamıyorum.
Oysa, kurumlar vergisi oranı %20’lere indirildi, gelir vergisi oranı da %15’lerden başlatılmaktadır. Bütün bu çelişkilerin kısa zamanda giderilmesi gerekmektedir diye düşünüyorum.
Özetle, yukarıda değinilen olaylar sadece şimdi yaşanmıyor, daha önceleri de defalarca yaşandı. Bu yaşanan gerçeği hükümet edenlerin bilmediklerini düşünmek istemiyorum. Ama bütün bu yaşananlara karşın Sayın Başbakanımızın; ”aslında hiç bir şeyin bozulmadığını, hedeflerin tutacağını, yaşananların güçlü bir ağacın eğilip sonrasında geri gelmesi, doğrulması” gibi bir olay olarak değerlendirmelerine ne demeli bilemiyorum! Umarız öyle olur. Ama, halkımız, yani işçi, memur, emekli, serbest meslek erbabı ve küçük esnaf hiçte eğilip eğilip doğrulamadı. Genellikle hep yüzüstü kapaklandı kaldı!
Bildiğim bir gerçek var; bu kesimlerin tekrar ve yeni taktiklerle tuzaklara düşürüldüğü, sömürüldüğü ve bu eylemin de sermayenin yerli ve yabancı işbirlikçileriyle birlikte yapıldığıdır.
Bildiğim diğer bir gerçek de; sermayenin yerlisinin, yabancısının, vatanının, dinin ve imanının olmadığı ancak, girdiği yerden koparacağı ödünün çok olduğudur.

SMMM Gökhan Dede