MMMBD 14. OLAĞAN GENEL KURULU İÇİN
13.09.2011
Genel kurullar, faaliyetlerin irdelendiği, eleştirildiği, onaylandığı, ancak, geleceğe dönük hedeflerin de gösterildiği çalışma platformlarıdır. MMMB Derneği için de öyle.
Bu yıl da (2011) yönetenlerden, bu örgütü nasıl yönettiklerine ilişkin hesap almak, öneriler sunmak ve meslek örgütlerimizi yöneterek, mesleği yüceltme iddiasında olan kadroları seçmek için sandık başına gidilecektir.
Unutmayalım ki, dernekler gönüllü örgütlü kuruluşlardır, buralarda çalışmak fedakârlık ister. İşte bu gönüllülük sayesinde oluşan gönül birlikteliğine dayalı ilkeli birliktelik her olumsuzluğa karşın, bu dernekler, sadece onların sayesinde hâlâ ayakta durmakta ama gelinen noktada derneklerin işlevselliği tartışılır hale gelmiştir.
Biz bu dernek örgütlenmesinde; birbirlerine karşı kıyaysa hasız rekabet eden, düşmanca davranan insanlar değil; ülkesine, insanına, mesleğine ve meslektaşına “dost meslek mensupları” yetiştirildiği için bugün de burada ve en azından şimdilik bir aradayız.
Bu nedenle, bugüne kadar bu dernek örgütlenmesine omuz vermiş olan üyesinden genel başkanlarına kadar her kademedeki meslektaşlarımızı, mesleki mücadeleye katkı yapmış tüm bilim insanlarını ve siz değerli Genel Kurul üyelerini saygıyla selamlıyorum.
Başarı ve hizmet kalitesi göreceli olmakla birlikte, inanıyorum ki meslek ve meslek örgütlerimizin bugünkü seviyeye ulaşmasında emeği geçenlerin adları saymakla bitmez. O nedenle sözlerime, katkı yapanlara saygıyla başladım.
Bazı temel dinamikler sahiplenilerek, “ben muhalefetteyim, görevim yok,” diye düşünenler, iktidar olmak için kestirme yollar arayanlar, hatta adeta bir sihirli değnek dokunuşuyla iktidara gelebileceklerini sananların hesapları, kendilerini ciddi yanlışlıklara sürükleyebilir. İşte, “meslek için el ele” yani bir başka anlamıyla “katılımcılık” düşüncesini hayata geçirebilmek için bütün bu olguları birlikte düşünüp değerlendirmek gerekir. Elbette ki bunların sonucunda kazanan meslek, meslek mensupları ve kendileri olacaktır.
Kimi iktidarlar, yönetsel erki egemenlikleri altına alabilmek için toplulukta kendilerince olumsuz tepkiler doğurabilecek olayları çarpıtmak ya da saklamak biçiminde tutum sergileyebilirler. Hatta kendi çıkarlarına uygun, ancak, bireylerin, toplulukların ya da grupların çıkarlarına ters düşecek uygulamalarda da bulunabilirler. Özünde, toplum çıkarlarına aykırı kimi uygulamalar, iktidarı destekleyenlerin bir bölümü tarafından görülmesine karşın, bunlar da görmeyenler gibi sessizliklerini sürdürebilirler. Olumsuz olgulara karşı ufak tefek tepkiler görülse de, bunların da genellikle, “zamanla unutulacağı” ya da “unutturulacağı” inancı yaygındır. İşte belki de iktidarda olanların asıl yanılgısı buradadır.
Yönetsel zaafları bulunan ya da taraflı (eşitsiz) davranan meslek örgütü yöneticileri hakkında eleştiriler yapılabilir. Seçmen meslek mensupları tüm bunlardan rahatsızlık duyarlar, üzülürler!
Oysa bilinir ki meslek örgütleri, meslek mensuplarının çalışma koşullarıyla, ekonomik ve sosyal durumlarını iyileştirmek, kısacası; mesleğin ve meslek mensuplarının sorunlarına çözüm üretmek için vardırlar. Zaten meslek örgütlerinin kuruluş amaçlarından biri de budur. Yöneticilerin de bunlara azami özeni göstermeleri gerekir ve beklenir! Her şeye karşın, elbette ki belli çabaların gösterildiğini biliyoruz ve bunları asla yadsıyamayız.
Kurumsal yapıları birlikte yönetmek durumunda kalan tarafların (grupların, alt grupların) asgari müşterekler etrafında birleşerek kurumları demokratik kurallara göre yönetebilmeleri mümkündür.
Ancak bunun sağlanması, o topluluklarda demokrasi kültürünün yerleşmiş olup olmadığına bağlıdır.
Demokrasiye inanan ve demokratik davranan iktidarlar ya da yöneticiler, kendilerine oy vermemiş olan kesimlere karşı tavır alamaz, bunlara hizmet vermekten ve bunlardan hizmet almaktan kaçınamaz, ayrımcılık yapamaz, onlara sırtını dönemez. Oysa pratikte bu çoğu zaman bu şekilde uygulanmaz!
İktidardakiler(in)den kimileri, kendilerine ya da adaylarına oy vermemiş olanları tespit ederek, ya da tahmin etmeye çalışarak o kişi ya da topluluğu çeşitli şekillerde cezalandırmanın yollarını arar bulurlar! İktidar olanların popülist yaklaşımlarına rastlamak da mümkündür.
Ancak genellikle küçük düşünenlerin büyük sanatı popülizm olabilmektedir. Kimileri için bunu belki oportünizm olarak değerlendirmek de mümkündür.
Demokrasilerde iktidar olmak demek, bütün gücü yalnızca birilerinin tekeline alması demek değildir. İktidar olmuş olmak kimseye bu hakkı vermez. Bu, en azından teoride, insani değerler bağlamında böyledir.
Demokrasi, tek bir kişinin ya da grubun güç merkezi olmadığı sistemin adıdır.
Bilinmelidir ki demokrasi, hiçbir koşulda ve zamanda birilerinin bir biçimde elde etmiş oldukları çoğunluğunun kısıtlanmamış iradesinin yönetimi anlamına gelmez.
Bilelim ki; demokrasiye tahammülü olmayanların kitlelerden bekledikleri tek şey; kendilerine mutlak itaat ve sadakattir.
Bunu genellikle, oluşturdukları korku ya da çıkar sağlama temeli üzerine kurdukları imparatorluklarıyla devam ettirebilirler!
Katılımcılıktan, demokratlıktan bahsedip, tüm çalışma kurullarına yalnızca kendine yandaş olarak görülenleri alarak, bunların dışındakileri yok saymak, ötekileştirmek gibi karşı demokratik davranışlar sergilenirken, bu arada “arkadaşlar, birlik ve beraberliği sağlamalıyız” edebiyatı yapmakla, doğrular söylenmiş olmaz.
Bu, olsa olsa bir tür kitle aldatmacılığı olur ki, o da asla sürgit devam etmez, uzun ömürlü olmaz!
Demokrasi her ne kadar açıklık yönetimi ise de, durum bizler açısından da çoğu kere kapalı ve belirsizlikler sürecini devam ettirmektedir. Ancak, belirsizlik ve sürüncemede bırakılma ve sürekli endişe taşıma beklentisi çözümsüzlükler yumağını büyütmektedir.
Ülkemizde bir türlü demokrasiye işlerlik kazandırıl(a)mıyor. Demokrasi ile bizleri yönettiklerini iddia edenler ve onları destekleyenlerin çoğunluğu ve hâkimiyeti ellerinde bulundurmaları onların istediklerini yapabilecekleri biçiminde algılanıyor.
Bugünkü siyasal yapı, 12 Eylül darbesiyle oluşturulan ve sonrasında hâlâ devam ettirilen ve ileri demokrasi ve demokratik açılımlarla(!) bir türlü düzeltilemeyen anayasal ve yasal düzenlemelere dayanmaktadır. Bu nedenle, bu siyasal yapının oluşturduğu yasama organı kıskacında yasal değişikliklerin meslek lehine düzeltilmesi konusunda görüş birliği de oluşamamıştır.
Demokrasinin bir değerler sistemi olması, yasadan da, hatta illa da birilerinin seçilmesinden de önce geldiği gibi, asla ve asla bir araç değildir.
Bu bağlamda demokrasi, kişilere veya gruplara değil, değerlere sahip olduğu sürece kalıcılaşır. Hiç şüphesiz ki bu değerlerin başında eşitlik, özgürlük ve erdem gelir.
İnsanlık Türkiye’de ve dünyada büyük savaşımlar, mücadeleler vererek bu değerlere ulaşmaya çalışmıştır ve çalışmaktadır!
Demokrasi, insan aklının özgürleşmesinin bir sonucudur. İnsan aklının özgürleşmesi için her şeyden önce, tartışılmaz olması istenilen çeşitli öğelerin etkisinde kalınmaması gerekir. Dolayısıyla; hakkaniyeti, özgürlüğü, eşitliği ve etiği öne çıkarmayan anlayışlar ve düşünce sistemleri bu niteliği gereği demokratik olamazlar.
Bugün gelinen noktada, belki çoğu kesim mutsuz, ama umutsuz değildir! İnanıyorum ki, iktidardakilerin sağduyu sahibi kişileri ve iktidar oluşumunun destekçisi sağduyulu çoğu insan da mutsuz ve endişelidir!
İnsanlar seçtikleri yöneticilerce kendilerinin temel hakları olan toplanma, tartışma, görüşme, değerlendirme vb. haklarının kısıtlanması, sınırlandırılması ya da ertelenmesi bazı çatışmaları, eleştirileri ve tartışmaları başlatabilir. Bu çatışmalar ve tartışmalar kaçınılmaz da olabilir.
Sorun yönetenlerde ise, olayın bundan sonrasında üyeye (seçmene) düşen görev, bu çatışmaların sürekliliğini önleyebilecek daha akıllı, bilgili, hoşgörülü (ama daha da önemlisi), bir liderde (ya da yöneticide) bulunması gereken genel ve temel özelliklerin toplandığı kişi ya da kişileri göreve taşımak olmalıdır.
Ancak, üyeler bu duyarlılığı, seçtiği kişileri izlemeyi ihmal etmeyerek göstermelidir. Aksi halde başa, yani yeni çatışma ortamlarına dönülmesi kaçınılmaz olur.
Geçmişte yaşadığımız ve içinde bulunduğumuz süreçte yaşanmakta olanlar, sivil toplum örgütlerinin önemini gündemden hiç düşürmemiştir. Ülkemizde kişilerin ve sivil toplum örgütlerinin üzerinde yönetenlerce baskıcı politikalar çeşitli biçimlerde hep uygulanmıştır, uygulanmaktadır da.
Ülkemizde kurumsal yapılar, ekonomik yapı, mali sistem ve demokrasi hiçte sorunsuz işlemiyor. Hayatın her alanında olduğu gibi bizim mesleki ve örgütsel sorunlarımızın bir kısmı da çeşitli soru işaretlerinin çengeline takılı duruyor.
Demokrasi kimi ellerde yeşerir, gönence erişir. Kimi ellerdeyse, tekelleşir ya da yalnızca birilerinin ve genellikle de kendilerinin diktatoryasına dönüştürülür.
Bu tutum çeşitli biçimlerdeki gerginlik ve çatışmaların oluşmasına yol açabilir. Çünkü bu durumda kimi “yapılar” ya da “oluşumların” ortadan kaldırılması amaçlanmış, girişimlerde bulunulmuş ya da (sonuçta) tümden ortadan kaldırılmış olabilir.
İşte tam da bu aşamada demokrasi güçleri harekete geçmelidir. Ya da, “zaten geçerler, geçmeleri gerekir,” diyenler de çıkar, hatta bunlar çoğalır!
Aynı meslek grubunun örgütleri olan zorunlu ve gönüllü örgütlerin, birbirlerine alternatif ve rakip değil, birbirine yardımcı olan ve dayanışma içinde davranan, üyelerinin sosyal, kültürel, mesleki gereksinimlerini geliştiren ve karşılayan örgütler olması her zaman bir zorunluluk ve gerçekliktir.
İşte bu anlayış ve yaklaşım sonucudur ki geçmişte; Bağımsız Meslek Demokratik Türkiye şiarını üstlenmiş MMMB Derneği’nin son 10 yıllık dönemlerin yöneticileri çeşitli nedenlerden kaynaklı olarak maalesef önemli toplumsal ve mesleki olumsuzluklara beklenen duyarlılıkla ve cesaretle parmak basamamış ve bir öneri ya da perspektif sunamamışlardır.
Hak arama, odaların söyleyemediklerini söyleme eylemlerinde aktif olamamışlardır. Bu durum, bir demokratik kitle örgütü için düşündürücüdür. Ancak ben bunu salt yöneticiler için söyleme hatasına da düşmek istemiyorum.
Genel Merkezin 10 yıllık mevcut yönetim anlayışı, kimi yapılanları da yok etmiştir. Hatta “daha iyisini yapacağız” sözlerine karşın hiçbir girişimde dahi bulunmamışlar, kimileri de bu türden yalanların altına imza atma gafletinde bulunmuşlardı. Genel Merkezin 2001’den buyana yok ettikleri değerler karşısında sessizliklerini korumuşlardır!
Örneğin, Asım Bezirci Muhasebe Meslek Onur Ödülü Yönetmeliği’nin ortadan kaldırılması bunlara somut bir örnektir.
Şubelerimizin genel kurullarında dikkat edilmesi gereken önemli bir husus ise, daha güçlü ve geniş çapta, daha büyük katılımlı bir mesleki mücadele zeminine sahip olmanın temel koşulunu oluşturmaktır. Ancak genele baktığımızda bunun gerçekleşmediğini görebilmekteyiz.
Bunun için; Derneğimizin temel hedefi olan BAĞIMSIZ MESLEK DEMOKRATİK TÜRKİYE şiarını benimseyenlerin güç birliği yaparak Dernek yönetimlerinde ve delegasyonlarında yer alması sağlanmalıdır. Böyle bir geleneğin yaratılması, yarınlarda bu ilkeyi benimseyen herkesin, odalarımızda da aynı anlayışı devam ettirebilmesinin zemini hazırlanmış olacaktır.
Bunu yaratmak daha güçlü bir mücadele çizgisi geliştireceğinden, herkesin özellikle de kendisine lider payesi verenlerin ya da verilenlerin kişisel hırslarından uzak, “az olsun benim olsun” anlayışını reddeden, katılımcılığı ve kolektif anlayışı esas alan bu düşünceye katkı sunmaları toplumsal sorumluluk gereğidir.
Nitelik açısından en gelişmiş şekliyle kendini ifade eden ve somut çalışma programları ortaya koyan, iş üzerinden örgütlenmeyi ve kendini ifade eden tarzda göreve gelmenin, Derneğimizin önemli ve temel ilkelerinden biri olduğunu unutmamalıyız.
Ne yazık ki, sorunlarımızın tartışıldığı, somut önerilerin ortaya atıldığı ve başarılı sonuçların elde edildiği genel kurullar yaşanmasını bekleyip umut ederken, birilerinin diğerlerini hiçte yakışık almayan suçlamalarla, bahanelerle tartışma zeminine oturtmuş olması mesleğin geleceği açısından oldukça endişe verici bir durum yaratmaktadır!
Oysa “BAĞIMSIZ MESLEK VE MESLEK ÖRGÜTLERİNE DUYDUĞUMUZ SOMUT GEREKSİNİM, DERNEKLERİMİZİN VARLIK NEDENİDİR,” derken, bunun günümüzde ne kadar hayatta kaldığı tartışılır konumdadır.
Elbette ki meslek kamuoyunun gündeminde bulunan sorunlarımız ve ülke sorunları mutlaka tartışılmalı, tartışılmasının önündeki engeller kaldırılmalı ve somut öneriler ortaya konmalıdır. Bilinmelidir ki, liderler ya da genel anlamda yöneten kişiler, eleştirilmekten korkmayan, eleştirenleri dinleyen ve eleştirileri olgunlukla karşılayan, bu eleştirilerden dersler çıkaran, sonuçta da çözüm arayışına giren kişiler olmak durumundadırlar.
Oysa şu da bilinmektedir ki; Ülkemizde genelde insanlarımız, özelde de yönetenlerimizin kimileri eleştirilmekten pek hoşlanmazlar, hatta korkarlar. Kimileriyse eksiklerinin alenen söylenmesinden çok ciddi rahatsızlıklar duyarlar. Kendilerini eleştirenleri bir tür rakip, hatta kimi koşullarda düşman bellerler!. Çoğu kere önemli bir yanılgı içerisine de düşerek; hatalarını ya da eksiklerini gördükleri halde yüzüne gülenleri dost sanırlar. Ancak, o dost sandıklarının yandaşlığı ve desteği ise, onların bireysel çıkar birlikteliklerinin devam ettiği süreyle sınırlıdır.
Yöneticiler ya da diğer bir anlatımla önderler, kendilerini yalnızca mesleki çalışmalara ve gelişmelere endeksli olmak, yalnızca önceden belirlenmiş, planlanmış bireysel tercih ve özlemleri(!) gerçekleştirmek, seçim başarısı elde etmek için çeşitli seçim entrikalarına başvurmak gibi sosyal sorumluluktan uzak, sığ düşüncelerle davranma bireyselliğinden ve bencilliğinden kurtulmanın yöntemlerini arayıp bulmalıdırlar. Çabalarını popülizmden arınmış olarak asli sorumlulukları zemininde sürdürmelidirler.
Mesleki mücadeleyi sadece belli örgütsel yapılarla sınırlamak, birey olarak meslek mensuplarının sosyal sorumluluklarından uzaklaşmalarına neden olur. Bu bağlamda çalışmalar yalnızca oda, dernek alanları ile sınırlı tutulmamalıdır. Meslek yapılanması içerisindeki grupların, alt grupların ve üyelerin kendilerini yalnızca bir yerlere seçtirtmeye veya sırf birilerini seçmeye endekslememelidirler. Çalışmalarını, enerji ve birikimlerini yalnızca mesleki alana değil, gelecekte dünyada ve ülkede mevcut ve olası siyasal, sosyal ve ekonomik gelişmelere de odaklamalıdırlar.
Mesleki mücadeleyi yürütmek için seçilmiş ve kazanılmış alanlar elbette ki çok önemlidir. Bu alanlar ilk bakışta ya da değerlendirmede bekli de hayatın her alanıdır. Ancak, özellikle günümüzde neo liberalizmin, tüm emekçi sınıfların kazanılmış olan her türlü siyasal, ekonomik ve demokratik haklarına çekince göstermeden saldırdığı bilinmektedir. Ve gelinen noktada başarılı oldukları da yadsınamaz bir gerçektir. Böyle bir durumda ekonomik-demokratik mücadele; kazanılmış olan değerlerin korunması, en küçük demokratik unsurun (değerin) dahi heba edilmemesi halinde başarıyla ve kolaylıkla yürütülebilir.
Birçok hak kayıplarının yaşandığı ve bilinçli bir biçimde devam ettirildiği günümüzde meslek örgütlerinin, (var olan koşullar ne olursa olsun) tüm meslek kitlesini kucaklama ve mesleki ekonomik-demokratik mücadeleye yönlendirebilme yetenek ve cesaretine sahip olması gerekmektedir. Meslek örgütleri ve yöneticileri, üyelerini bu haklı mesleki ekonomik-demokratik mücadeleye katmak için yeterli ve etkin çabayı dürüstçe, hilelere başvurmadan samimiyetle göstermelidirler. Bu çabanın bu güne kadar çeşitli kademelerdeki meslek önderlerimizin öncülüğünde gösterildiğini biliyor ve takdirle karşılıyor, bu bağlamda mesleki gelişmeye katkı yapmış cesur, her anlamda dürüst, mücadeleci insanlara (tüm ayrışık duruşlara karşın) teşekkür etmek ve her platformda haklarını teslim etmek borcumuz olmalıdır.
Mesleki örgütlenme (mücadele) sürecinde zaman zaman çalkantılı ve ayrışık duruşlara sahne olan dönemler geçirilmiş olsa da örgütsel yapı, yadsınamaz önemli gelişmelere sahne olmuştur. Konu bu bağamda değerlendirildiğinde, (yeterli görülmemekle birlikte) meslek örgütlerimiz, güçlü bir örgütsel yapıya kavuşmuştur, denebilir. Ancak, bu güçlü örgütsel yapıya karşın, odalarımızın ve derneklerimizin demokratik yapısının korunabilmesi, Türkiye’nin ve dolayısıyla odalarımızın demografik siyasal yapısı birlikte değerlendirilerek dikkate alınması gerekmektedir. Bu durumun, içinde bulunduğumuz koşullarda pek kolay olmadığı ve olmayacağı gözlemlenmektedir.
Bu nedenle, mevcut ve gelişecek olası tehlikeler karşısında daha dikkatli, akılcı, mücadeleci ve uyanık olmak gerekmektedir. Bu duyarlılığı; meslek örgütlerinin omurgasını teşkil ettiğini iddia eden tüm grupların, alt grupların ve kişilerin de dürüstçe ve samimiyetle göstermesi gerekmektedir.
Bu bağlamda örgütsel yapıyı daha da güçlendirebilmek; belirlenen temel ilkeler ve amaçlar etrafında birleşerek kitlelere ulaşmak, onlarla bütünleşmek, bilgilendirmek, kitleleri diri tutmak, örgüt ve grup yapılanması içerisindeki alt grupların ve bireylerin asgari demokratik haklarını dikkate alarak, onlara karşı dürüst ve hakkaniyetli davranmakla olanaklı olabilir.
Mesleki çalışmaların, zorunlu örgütlü kuruluşlar olan odalarımız ve gönüllü örgütlü yapılar olan meslek derneklerimizde yapıldığı bilinmektedir. Hiç şüphesiz odalarımızın varlık nedeni 3568 sayılı Yasa’dır. Meslek derneklerimizin ortaya çıkışı, ya da varlık nedeni ise, Ankara ÇDMG programında; “mesleki gereksinimlerin karşılanması ve önündeki engellerin aşılması anlamında bağımsız meslek ve meslek örgütlerine duyulan somut gereksinim…” olarak belirtilmiştir.
Bugüne kadar çağdaş demokrat meslek kitlesini (bütün ayrışımlara karşın) kimi dönemlerde bir arada tutabilmiş olan bu bilinen temel amaçlar ve ilkeler olmuştur. Ancak burada bir ihmali vurgulamadan geçemeyeceğim. O da şudur: AÇDMG Programı’nın güzel, hatta evrensel değerlerin hatırlanmaması ya da hatırlanmasına olanak sağlanmaz olduğu gerçeğidir! Asıl üzerinde durulması gereken konuların başında bu olgu gelmektedir. Hedef, bu amaç ve ilkeleri doğru kavramak, ama dürüstçe uygulamak ve uygulatmak olmalıydı!
Meslek kitlesinin tüm organlarının ve yürütme kurullarının çabası da, bu amaç ve ilkeler etrafında birleşmiş ve benimsemiş olan meslek kitlesini bu çerçevede çalışmalara, katmak olmalıdır. Bu kitleyi kucaklayacak, mücadeleye katacak, en geniş biçimde birleştirecek, birliktelikleri güçlendirip sağlamlaştıracak olanlar, en başta örgütlerin kadroları ve iş başındaki yöneticileri olmalıdır. Bu sağlanamazsa, en azından çaba gösterilemezse; küskünlükler, kırgınlıklar ve sonunda da kopmalar başlar, diyordu ki, işte maalesef AÇDMG üyeleri olarak 2008 yılında başlayan süreçle bugün bu noktaya gelmiş durumdayız!
Ne yazık ki son birkaç yıldır AÇDMG bunu çok sıcak ve yakıcı biçimde yaşamış ve yok olma noktasına gelmiştir!!!
Kitle (meslek) örgütleri yöneticilerinin, önderlerinin vazifeleri; örgüt çatısı altında topladıkları kitlelerin (ve hatta sempati duyanların) azami çıkarlarını ayrım gözetmeksizin kollamaları ve onları mücadeleye katmaları olmalıdır. Bu çizgiyi izlemekten uzak kalan, ayrımcılık yapan örgütlerin ve yöneticilerinin kendi amaç, ilke ve hatta varlıkları ile çelişir duruma düşecekleri bir gerçektir. Bunun ayırdına varamayan örgütlerde demokratik işlerlik olmayacağı gibi, bürokratik yapılar oluşmaya başlayacağından, ister istemez çelişkiler baş gösterir. Böyle örgütler kitlelerden kopabileceğinden, asıl işlevlerini de yitirirler.
Konu bu bağlamda değerlendirildiğinde sonuç olarak diyebiliriz ki; bir mesleki örgütün örgütlülük düzeyi; yöneticilerin demokrasi kültürünün, mücadele geleneğinin ve gelişmişliğinin göstergesi olarak ortaya çıkar. Bu nedenle, mesleki örgüt yöneticilerinin popülist davranmamak, mesleki mücadeleyi bilinçli bir biçimde yaygınlaştırarak güçlendirmek, katılımcı ve demokratik davranmak gibi önemli görev ve sorumlulukları vardır ve bu görevler asıldır.